
Günümüzün dünya düzeninin nasıl oluştuğunu anlattığım yazı dizisi devam ediyor.
15 Ağustos 1971 yılında ABD’nin Amerikan dolarının altına olan sabit çıpasını kaldırması (Nixon Shock), 1973 yılında Arap petrol ambargosu; son 45 yılın yıldızı olan Keynesyen politikalarının, arz yönlü (supply side crisis) bir ekonomik krizde işe yaramadığını ortaya çıkarmıştı.
Keynesyen ekonomik yaklaşım, 1970’lerin sonunda ekonomiye devlet etkisini azaltan Neo-Liberalizm yaklaşımına yerini bırakacaktı.
ABD Başkanı Nixon’ın 1972 Çin ziyareti ile Çin ve Batı Dünyası yakınlaşmaya başlamış, Çin’in bugün bir ekonomik ve politik süper güç olmasının temelleri bu tarihte atılmıştı
1970’ler Batı dünyasının hem durgunluk hem de yüksek enflasyonla yaşadığı bir dönemdi. Bu dönem Kapitalizmin Altın Çağı’nın (1945-1971) sona ermesini temsil etmişti.
ABD ve Batı Avrupa 1970’lerde stagflasyon yaşarken, Sovyetler Birliği ekonomisi yüksek enerji fiyatlarına rağmen, için için çökmeye başlamıştı.
Jeopolitik açıdan ise 1970’lerde Soğuk Savaş, Soğuk Barış’a dönüşmüş; 1948,1960-1961 Berlin krizleri, Küba Füze Krizi, Kore ve Vietnam savaşları gibi büyük kriz ve çatışmaların sona erdiği bir dönemdi. Ancak iki süper güç arasında “vekalet savaşları”(proxy wars) devam edecekti.
1970’li yıllar ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan çıkardığı üç önemli stratejik yaklaşımın doğumunu temsil eder. İlk önemli prensip Amerikan askerlerinin doğrudan ve büyük sayıda hiçbir savaşa sokulmaması prensibidir. Bu kuralın istisnası; 1991 I. Körfez Savaşı ile 2003 II. Körfez Savaşı olacaktı.
İkinci önemli stratejik yaklaşım ise Sovyetler Birliği’nin çevresindeki ülkelerde rejimlerin sağa kaydırılması ile bu ülkelerde muhafazakâr ve sağ yönetimlerin egemen olacağı siyasi ortamın desteklenmesi idi.
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun “Yeşil Kuşak” ile çevrelenmeye başlanması 1970’lere denk gelecekti. Bu prensip sadece Sovyetler Birliği’nin komşularına uygulanmayacak, örneğin Şili gibi ılımlı sosyalistlerin başta olduğu ülkelerde de askeri darbeler yolu ile ABD yanlısı iktidarlar başa geçirilecekti. Türkiye’deki 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri de bu yeni stratejinin örnekleri arasında yer alır.
Üçüncüsü ise Vietnam Savaşı’nda ABD’nin halı bombardımanı ile oluşan yüksek sivil kayıpların, dünyada büyük bir kamuoyu tepkisi doğurması nedeni ile Amerikalılar yeni bilgisayar ve güdüm sistemleri ile ilk nesil nokta atış (precision guide) silahları üretmeye başladı.
Sovyetler Birliği ise Uzak Doğu, Orta Doğu, Latin Amerika ve Afrika’da hamlelerine devam edecekti. Uzak Doğu’da Kuzey Vietnam’ın Vietnam Savaşı’nı başarı ile tamamlaması ve sonrasında Vietnam’ın eski Indochine coğrafyasına egemen olmasını sağlaması, Afrika ve Latin Amerika’da Küba askerlerini silahlı çatışmalarda ve savaşlarda kullanması, Orta Doğu’da son Arap-İsrail savaşına müdahil olması, Batı Avrupa’da ise sol silahlı örgütlere verdiği destek; bu büyük stratejinin parçaları idi.
Şimdi beraber bu olağanüstü dönemi beraber inceleyelim.
ABD-Çin Yakınlaşması
ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti 1971 yılına kadar fiilen savaş halinde idi.
ABD, Tayvan’ı ve Tayvan’ı yöneten Kuomintang yönetimini (KMT yani Milliyetçi Çin yönetimi) Çin’in gerçek iktidarı olarak tanıyordu.
Çin İç Savaşı (1946-1949) sonrası Çin’in merkezi yönetimi olan KMT yenilip, Tayvan’a çekildikten sonra dahi Batı Dünyası Çin’in gerçek hâkimi olarak Tayvan’a sığınan KMT yönetimini tanımıştı.
Kore Savaşı ile; Güney Kore ve Batı Bloku Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında, Kuzey Kore ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı adı konulmamış bir sıcak savaşa sürüklenmişti.
Kore Savaşı; Çin Halk Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği’ni iki ayrılmaz müttefik haline getirmişti.
Sovyetler Birliği, bu dönemde Doğu Blokunun ve komünist dünyasının tartışılmaz lideri ve tek süper gücü idi.
Sarsılmaz gibi görünen Sovyet-Çin ilişkileri, Sovyet lideri Stalin’in 1953 yılında ölümü sonrasında zayıflayacak ve hızla kötüleşecekti.
Yeni Sovyet yönetiminin, Stalin dönemini eleştirmeye başlaması ile iki komünist ülke arasında ideolojik bir ayrışma başlamıştı. Çin Halk Cumhuriyeti lideri Mao’ya göre; Kruşçev yönetimindeki Sovyetler Birliği ideal komünizmden sapmıştı.
Aslında bütün bunlar hikâye idi. Çin Sovyetler Birliği’nden daha çok ekonomik yardım almak, Sovyetlerin yeni silah sistemlerine ve nükleer silah sırlarına ulaşmak isterken Kruşçev yönetimi Çin’e net bir çizgi çekmişti. Özellikle Mao’nun felaketle sonuçlanan “İleri Doğru Büyük Adım” ekonomik programı sırasında Sovyetlerin kapsamlı bir yardımda bulunmaması, Çin Komünist Partisi nezdinde büyük bir öfke yaratmıştı.
Sovyetler ile Çin arasında 1950’li yıllarda başlayan ideolojik ayrılık, 1960’larda sınır çatışmalarına kadar büyümüş, hatta 1960’ların sonunda Sovyetler Birliği Çin’e karşı ön alıcı bir nükleer taarruz dahi planlamaya başlamıştı.
Nixon Yönetimi’nin Sovyetlere karşı sert ültimatomu, Sovyet-Çin çatışmalarının çok geniş çaplı bir savaşa evrilmesini engellemişti.
Nixon Yönetimi bu ayrışmayı stratejik bir fırsat olarak görmüştü. Nixon; güvenlik danışmanı (daha sonra Dışişleri Bakanı) Dr. Henry Kissinger’ı görevlendirerek ABD-Çin düşmanlığının ortadan kaldırılmasını sağlamış, ardından ABD Başkanı 1972 yılında Çin’e resmi ziyarette bulunarak iki ülke arasında ilişkinin kurulmasını sağlamıştı.

Bu arada Çin Halk Cumhuriyeti 25 Ekim 1971 tarihinde BM Genel Kurul toplantısında, Çin’i temsil eden taraf olarak tanınacak, BM kararlarını veto etme hakkına sahip beş ülke arasına girecekti. 1945-1971 arasında bu hakkı Tayvan’a sığınmış olan KMT hükümeti kullanıyordu.
ABD belki de Soğuk Savaş’ın en büyük stratejik başarısına imza atmıştı. Çin 1960’lı yıllarda nükleer silah programının son aşamasındayken, ABD Sovyetlerden önce dahi Çin’e taarruz etmeyi planlıyordu. Vietnam Savaşı’nda ise Çin Kuzey Kore’nin en önemli destekçilerinden ikincisi (ilki Sovyetler Birliği) idi.
Ama ABD Dışişleri Bakanı Dr. Kissinger’ın diplomatik zekâsı Çin’i Batı için stratejik bir fayda haline getirmişti. Bu sayede 1970’li yıllardan itibaren jeopolitik mücadele eskisinden farklı olarak ABD-Sovyetler Birliği-Çin üçlü rekabetine konu olacaktı.
Yom Kippur Savaşı
Araplar daha evvel İsrail’e karşı üç savaş kaybetmişlerdi: 1948,1956, 1967 savaşları.
Özellikle 1967 Savaşı sonrasında; İsrail üç semavi dinin ortak kutsal şehri olan Doğu Kudüs’ü, Batı Şeria’yı, Gazze Şeridi’ni, Golan Tepeleri’ni ve Sina Yarımadası’nı işgal etmişti.
İlk kayıp Araplar için acı verici bir kayıptı. Üç semavi dinin en kutsal yerleri olan Ağlama Duvarı, Mescid-i Aksa, Kubbetü’s Sahra, Harem-i Şerif, Kutsal Kabir Kilisesi, Via Dolorase (Acı Yolu) Doğu Kudüs’te yer almaktadır.
Batı Şeria ve Gazze’nin işgal edilmesi ise Filistinliler açısından, 1949 yılından sonra ikinci bir felaketti. Ayrıca İsrail Golan Tepeleri ile Sina Yarımadasını işgal ederek sırası ile Suriye ve Mısır’a karşı sağlam bir savunma ve stratejik bir üstünlük elde etmişti.
Araplar 1967 felaketinin rövanşını almaya kararlı idi. Arap Ligi’nin resmi pozisyonu bu dönemde “3 Hayır” prensibine dayanıyordu: İsrail tanınmayacak, barış antlaşması yapılmayacak, İsrail ile müzakere yapılmayacaktı.
Ancak bu politikanın başarısı ancak ve ancak İsrail’in savaş yolu ile tamamen yenilgiye uğratılmasına dayanıyordu.
Ancak burada bir açmaz vardı. ABD 1960’lardan itibaren İsrail’i Sovyetler Birliği’ne karşı bir koz olarak görüyor ve silahlandırıyordu. 1948-1949 ile 1956 Savaşları’nın aksine 1960’lardaki İsrail oldukça güçlü bir silahlı güce sahipti ki, 1967 Savaşı’nı sadece 6 günde zafer ile tamamlamıştı. İsrail ordusu sadece iyi donanımlı değildi. Aynı zamanda iyi eğitilmiş personel ve subaylardan oluşuyordu.
Ayrıca Mısır’dan kaptığı Sina Yarımadası’nda Süveyş Kanalı boyunca kurduğu Bar-Lev savunma hattı ile Golan Tepeleri’nde Suriye’ye karşı kurmuş olduğu savunma sistemleri çok güçlüydü. Hatta Sovyet askeri uzmanları, özellikle Mısır’ın Bar-Lev hattına bir taarruz düzenlemesinin intihar olacağını Mısır lideri Enver Sedat’a söylemişti. İsrailli uzmanlar da bu hattın aşılamaz olduğunu öne sürüyordu.

Bu arada Amerikalılar Orta Doğu’da Sovyet etkisinin artmasından çekinerek, İsrail’e ilk önce telkinde daha sonra artan ölçüde baskıda bulunarak, 1967 Savaşı sırasında kazandıkları toprakların bir kısmından vazgeçmek karşılığında barış formülünü kabul ettirmeye çalışıyordu.
Başkan Johnson ve Demokratlar iktidarı Cumhuriyetçi yönetime, yani Başkan Nixon’a devrettikten sonra, ABD’nin pozisyonu değişti, İsrail’e karşı Amerikan baskısı azaldı. ABD Dışişler Bakanı Kissinger (ki Dr. Henry Kissinger Almanya’da doğmuş olup, Musevi kökenlidir.) ısrarla Sovyetler Birliği’ne karşı bölgede Amerikan üstünlüğünün korunabilmesi için İsrail’in daha güçlü tutulmasını önerecekti.
“Toprak karşılığı barış” görüşmeleri; “Üç Hayır” prensibine rağmen, Araplar ile İsrail arasında kesintili olarak aracılar vasıtası ile 6 yıldan beri müzakere ediliyordu.
Ancak İsrail Başbakanı Golda Meir (İsrail’de Demir Lady olarak bilinirdi. Bu terim çok daha sonra İngiliz Başbakanı Margaret Thatcher’a yakıştırılacaktı.) taviz vermeyince savaş kaçınılmaz oldu.
Mısır yıllardan beri Sovyet füze sistemlerine, anti tank silahlarına, T-55 ve hatta T-62 tanklarına, Mig-21 uçaklarına yatırım yapıyordu. 1967 Savaşı’ndaki beceriksiz ve politik olarak şakşakçı generaller ordudan atılmış, yerine Sovyet tekniklerini can kulağı ile öğrenen generaller gelmişti.
Araplar; Mısır ve Suriye, stratejik dezavantajlarının farkındaydı. Bu yüzden Musevilerin Yom Kippur Bayramı ile Ramazan Ayı’nın çakıştığı 6 Ekim 1973’te sürpriz bir taarruz yapmaya karar vermişlerdi.
Gerçi Ürdün Kralı Hüseyin, taarruzdan iki hafta evvel gizlice Tel Aviv’e uçarak, Golda Meir ile görüşmüş, Mısır ve Suriye’nin taarruz etmek üzere olduğunu açıkça söylemişti. Kral Hüseyin’in derdi Mısır ve Suriye’nin baskısı ile savaşa girmeden, yaklaşan savaşı İsrail’e bildirerek savaşın ortaya çıkmasını engellemekti.
Kral Hüseyin’e, Mısır lideri Enver Sedat ve Suriye lideri Hafız Esad askeri planlarını açmamıştı. Açmamakta da oldukça haklıydılar.
Mossad ve İsrail askeri istihbarat örgütü; aldıkları farklı istihbaratlara rağmen Arapların taarruz kapasitelerinin olmadığına inanmıştı. Benzer bir hatayı çok daha sonra, 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’a karşı yapacaklardı.
Meraklı okuyucularım için bir not düşeyim: Kral Hüseyin, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı 1916 Arap İsyanını başlatan Mekke Şerifi Hüseyin’in torunudur.
Kral Hüseyin yönetimindeki Ürdün 1967 Savaşı’nda İsrail’e karşı savaşmış, sadece 3200 asker (700 asker ölü, diğerleri yaralı ve ortadan kaybolmuş) kayıp vererek, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’dan çekilmek zorunda kalmıştı.
Mısır ve Suriye taarruzu; muazzam bir hava ve füze saldırısı ile 6 Ekim 1973 tarihinde başladı. Mısırlılar hiç beklenmedik bir şekilde, Süveyş Kanalı’nı başarı ile geçerek Bar Lev hattını yardı.

Suriye de Golan Tepeleri’nde ilk İsrail mevzilerini kırdı. İsrail Hükümeti, ordusu ve Mossad kibirlerinin kurbanı olmuştu.
Ancak Mısır-Suriye eşgüdümsüzlüğü İsrail’e avantaj sağlayacaktı. Mısır taarruzları momentumunu erken kaybedince, İsrail Sina’da savunmaya geçip, Golan’da karşı taarruza geçti. Üstelik Amerikalılar büyük bir hava köprüsü (Operation Nickel Grass) kurarak, İsrail’e çok süratli bir şekilde çok sayıda savaş araç gereci ve mühimmat gönderiyordu. Suriye kendi cephesinde yenildiği gibi, İsrail ordusu Golan’da daha da ilerleyerek Şam’ın dış mahallelerine kadar topçu ateşi açabilir hale geldi.
İsrailliler bu kez Sina’da çok başarılı bir karşı taarruza geçtiler. General Ariel Şaron (daha sonra 1982 yılında Sabra ve Şatilla kamplarındaki katliamdan sorumlu tutulacaktır. Bu vahim olaylardan sonra Beyrut Kasabı ismi ile de bilinir.) komutasındaki tank birlikleri bir baskın taarruz ile Süveyş Kanalı’nı doğudan batıya geçerek, kanalın doğusunda Sina’da savaşan koca Mısır 3. Ordusu’nu kuşattı. Bu muazzam başarı İsrailli ordu mühendislerinin Süveyş Kanalı üzerinde ağır topçu ateşi altında iki köprü inşa etmesine dayanıyordu.
İsrail tankları Süveyş şehrine hatta Kahire’ye dahi taarruz edebilecek konuma gelmişti. Mısır 3. Ordusu artık ikmal edilemediği gibi, önünde İsrail orduları arkasında Süveyş Kanalı olmak üzere hareket edemez haldeydi. Mısır 2. Ordusu da yarı yarıya kuşatılmıştı. Şaron, tanklarını ilerlettiği takdirde, Kahire’nin savunulması olanaksızdı.
Amerikan Dışişleri Bakanı Kissinger bu durumu tam bir fırsat olarak gördü. İsrail’e baskı yaparak Mısır 3. Ordusu’nun imha edilmesine müsaade edilmeyeceğini bildirdi. Amacı bu durumdan Mısır’ın çok zarar görmeyeceği bir ateşkes çıkartmak ve Mısır’ı Sovyet yörüngesinden çıkartmaktı.
Bu arada Sovyetlerden sert bir ültimatom Tel Aviv ve Washington’a ulaştı. Mesaj açıktı: Mısır 3. Ordusu imha edilirse, Sovyet askeri müdahalesi için zemin oluşacaktır!” Sovyet Akdeniz Donanması, Mısır karasuları açıklarında savaş pozisyonu almaya başlamış, Amerikan 6. Filosu ile karşılıklı birbirlerini taciz etmeye başlamıştı.
ABD ve Sovyetler işin bir eskalasyona gitmemesi için taraflara baskı yapınca, ateşkes ilan edildi. Bölge 1967 sonrası duruma geri döndü.
Sovyet lideri Brejnev’in savaştan sonra söyledikleri çok çarpıcı ve ayrıca oldukça eğiticidir: “Biz bunlara (Araplara) yıllarca (savaşmamaları konusunda) telkinde bulunduk. Ama savaşmak istediler. Onlara Vietnam’a vermediğimiz teknolojiyi verdik. Tank ve uçaklarda iki kat, topçu silahlarında üç kat üstünlerdi. Ama yine yenildiler. Sonra bize yardım için başvurdular. Enver Sedat beni gecenin yarısında iki defa aradı. Kurtarın beni dedi. Benden Sovyet askerlerini göndermemi hem de derhal göndermemi istedi. Ama hayır. Onlar için savaşmayacağız.”
Petrol Ambargosu ve Stagflasyon
OAPEC (Organization of Arab Petroleum Exporting Countries) 1973 Savaşı sonrasında, İsrail’e savaşta yardımcı olmuş olan ABD, Kanada, Japonya, İngiltere, Hollanda, Portekiz, Rodezya, Güney Afrika Cumhuriyeti’ne ambargo başlattı. Aynı zamanda Arap Ülkeleri %5 üretim kesintisine gideceklerdi. Irak ve Libya petrol bakanları, 16 Ekim 1973 meşhur Kuveyt Sheraton toplantısında tüm Amerikan ve Batı varlıklarının kamulaştırılmasını, Arap ülkelerinin ABD ile diplomatik ilişkilerinin kesilmesini, Arap fonlarının ABD’den çekilmesini talep edecekti.
Arapların öfkesinin gerekçeleri sağlamdı.
Bu arada Nixon yönetimi, Watergate Skandalı nedeni ile epey zordaydı. Bu dönemde dahi Amerikalıların İsrail’e 1948-1949 Berlin Ablukası boyunca taşınan muazzam malzemenin tonajından daha fazla tonajda silah ve cephane taşıdığı bilgisi kulaktan kulağa yayılıyordu.
Üstelik İsrail 850 milyon USD’lık askeri malzeme talep etmesine rağmen Nixon yönetimi İsrail için Kongre’ye tam 2.2 milyar USD’lık talepte bulunmuştu.
Petrol ambargosu ile beraber OAPEC üretimi de kısmaya başladı. Aralık 1973 tarihinde kısılan oran %25’i buldu. OAPEC ambargonun kaldırılması için İsrail’in 1949 sınırlarına geri dönmesini talep ediyordu.
Petrol ambargosu politik hedeflerine ulaşamadı. İsrail 1949 sınırlarına geri dönmedi. Ancak petrol fiyatları 1973 fiyatları anlamında varil başına 3 USD’dan 12 USD’a çıkmıştı. Bugünün fiyatları ile bu rakamlar sırası ile 20 USD’dan 80 USD’a çıkmıştı. Batı için ucuz petrol, ucuz enerji dönemi sona ermiş, enflasyon patlamıştı. Örneğin ABD’de enflasyon %3.5’tan %11 gibi inanılmaz bir düzeye, İngiltere’de %7’den %25’e, Batı Almanya’da %5’ten %7’ye, Japonya’da %5’ten %23’e fırlamıştı.

Ambargo 5 ay sonra, 18 Mart 1974’te kalkacaktı. Kalkma nedeni ABD’nin Mısır ile İsrail arasında daha kapsamlı bir ateşkes antlaşmasını tesis ettirmesi gibi görünse de iş farklıydı. Arap Devletlerinin özellikle Suudi Arabistan’ın kulağına uğursuz haberler geliyordu. Gerekirse Amerikan-İngiliz-Fransız ortak askeri müdahalesi ile petrol sahalarının zorla alınacağı duyumu yayılıyordu. Suudiler böyle bir durumda petrol sahalarını sabote edeceklerini dolaylı bir şekilde iletse de; Amerikalıların akmayan petrolü yok sayacakları kesindi.
Petrol ambargosu birçok alanı baştan aşağıya değiştirdi. Yakıt verimliliğinin attırıldığı motorlar geliştirildi, Japonya otomotiv endüstrisinde teknik olarak öne geçmeye başladı. ABD’de kaya gazı/petrolü tekniği geliştirilmeye başlandı. Batı Bloku hızla enerji kaynaklarına ulaşım risklerini azaltıcı yöntemler geliştir. ABD’nin meşhur stratejik petrol rezervi, SPR kuruldu. IMF bir itfaiyeci gibi ödemeler dengesi krizlerine koşmaya başladı. Mesela İngiltere 1976 yılında içinde bulunduğu ekonomik krizi aşamayarak, IMF ile o tarihe kadar ki en büyük stand-by programına imza atmıştı.
OAPEC üyeleri başka bir gerçeği de dehşetle fark etti: Petrol satışından oluşan servetleri, sonuç olarak ABD, İngiltere başta olmak üzere Batı ülkelerine park edilmişti. Bu varlıkları yerinden oynatmak olası değildi çünkü alternatif bir bankacılık sistemi yoktu. Bu varlıklar aynı zamanda kendi başlattıkları ambargonun yarattığı enflasyonla değer yitiriyordu!
Varlıkların büyük bir kısmı ABD doları başta olmak üzere Batı Dünyasının yarattığı para birimleri ya da borçlanma senetleri idi. Araplar, çok daha sonra Çin’in farkına varacağı açmazı keşfetmişlerdi: Muazzam bir servetleri, dış ticaret fazlaları ve rezervleri vardı ama bunların tamamı Batı Blokunun kendi yarattığı parasal varlıklardı. Araplar küresel bankacılık sistemine işte bu noktada adım atmaya karar verdi.
Arap Baharının Kökleri
ABD ise şu dersi ve stratejiyi çıkaracaktı. İki tür Arap devleti vardı. Birinci sınıf, petro-dolar zengini Arap devletleri idi. Bunlar yani Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri üzerindeki etkiyi ve kontrolü arttırdılar. İkincisi krallarını zamanında devirmiş olan Mısır, Irak ve Suriye gibi askeri rejimle yönetilen ülkelerdi. Bunlar Sovyetler Birliği etkisi altında idi. ABD’nin stratejik hedefi bu bloku kırmak olacaktı. Mısır Sovyet yörüngesinden ayrılacak, işgal altındaki Sina Yarımadası barış karşılığı Mısır’a iade olacak, Mısır İsrail’i ilk tanıyan Arap ülkesi olacaktı.
ABD, Camp David’te 26 Mart 1979 tarihinde aracı olduğu İsrail-Mısır barış antlaşması ile çok büyük bir zafer kazanmıştı. Aşağıdaki fotoğrafta solda Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, ortada ABD Başkanı Carter, sağda ise İsrail Başbakanı Menahem Begin yer alıyor. Görüşmeler, henüz antlaşmaya bağlanmadan önce 1978 Nobel Barış Ödülü Sedat ve Begin tarafından paylaşılacaktı.

Mısır’a karşı Arap dünyası içinde müthiş bir tepki doğacak, Mısır Arap Birliği’nden (geçici olarak) atılacaktı. Mısır Sina Yarımadası’nı geri almak için, hem İsrail’i tanımış, hem de tek taraflı bir barış antlaşması yapmıştı. Barış antlaşması içinde Filistinlilerin hakları, Doğu Kudüs, Gazze, Batı Şeria ve Golan Tepeleri meseleleri yer almıyordu.
Diğer iki hedef Irak ve Suriye olacaktı. Irak’ın kaderi Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra I. Körfez ve II. Körfez savaşları ile mühürlenecekti. Suriye en sona kalan taş idi. Suriye’nin durumu da, 2011-2024 Suriye İç Savaşı sonrasında netleşecekti.
2010 yılında Tunus’ta başlayacak Arap Baharının tohumları çok daha önce, 1973 yılında atılmıştı. Amerikalılar, İngilizlerin 1916 yılında başlattığı Arap İsyanı sonrasında kurduğu Orta Doğu düzenini, 1973 sonrası adım adım değiştirerek tam 52 yılda bugünkü haline getirmeyi başarmıştı. Bugün 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması sonrası kurulan İngiliz-Fransız etki alanlarını temsil eden Orta Doğu’daki yapay devletlerin nasıl parçalandığını görerek tarihe tanıklık ediyoruz.
Stagflasyonun Verdiği Ekonomik Dersler
1970’leri derinden etkileyen petrol ambargosu Batı dünyasına çok önemli bir katkıda daha bulunmuştu. Stagflasyon çok yeni bir kavramdı. Keynesyen politikalar bu durumda işe yaramıyordu. Tersine maliye tarafında ekonomiyi rahatlatmak amacı ile yapılan büyük harcamalar ve verilen büyük bütçe açıkları, enflasyonu daha da yukarıya çekiyor ama büyümeyi tetikleyemiyordu. Çünkü Keynesyen politikalar 1929 Büyük Buhran ’da düşen talebin kamu harcamaları ile arttırılarak, düşen fiyatların doğru düzeye çekilmesini sağlarken, 1970’lerde hem durgunluk hem de enflasyon bir aradaydı. Maliye yönlü, talep artışını kamu harcamaları ile tetiklemek işsizliği azaltıp, büyümeyi canlandıramıyordu. İş dünyası, işçi-işveren ilişkisi 1970’lere kadar oldukça regüle idi. Sendikalar nispeten güçlü ve etkili idi. İşe alımın ve işten çıkartmanın zor olduğu dönemlerde, ekonomik durgunluğa rağmen yeni iş yaratmak çok daha zordu.
Çözüm hızla yükselen monetarizm ve arz yönlü (supply side) politikalar ile bulundu. Merkez bankalarına parasal silahları etkin olarak kullanarak enflasyonu dizginleme görevi verildi.
Merkez bankaları para politikası araçlarını kullanarak faizleri yükselterek ve para miktarını kontrol ederek, enflasyon ile mücadele ederken, bu yolun doğal olarak durgunluğu daha da çok arttırma etkisine karşı “supply side” arz yönlü politikalar geliştirildi.
Üretim ve yatırım desteklendi, teşvikler verildi, vergiler indirildi, kritik üretim açığı olan sanayiler ve enerji üretimi desteklendi. Ekonomide kamu müdahalesi azaltıldı. Verimsiz kamu işletmeleri satılarak kamu bütçe yükü azaltıldı. Politik ve ekonomik anlamda sendikaların gücü kırılmaya başlandı. İşgücü ve ürün piyasaları liberalleşti ve esnekleşti.
Tabii tüm bunların önemli bir yan etkisi vardı: Alt ve orta sınıf önce yüksek enflasyon ve durgunluk sonucu alım güçlerini kaybetmeye başladı. Daha sonra işgücü piyasasının esnetilmesi, kamu işletmelerinin satışı, işgücü piyasasında sendikaların etkisinin azalması ile reel ücretler geriye gitti. Yukarıda bahsettiğim politikalar durgunluğu ve enflasyonu yendi ama ücretler uzun bir süre reel olarak geriye giderek, bu politikaların maliyetini sabit gelirlilerin üzerine yıktı. Soğuk Savaşın da yavaşlaması ile ekonomiler rahatlamaya başladı.
Soğuk Barış
ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki mücadele 1970’li yıllarda yumuşadı. İki taraf da aslında zaman satın almış oldu. Doğrudan tehlikeli sürtüşmeler, Orta Doğu savaşları, Angola, Etiyopya, Rodezya, Güney Afrika, Vietnam gibi yerel savaşlara yerini bıraktı.
1970’lere geldiğimiz zaman Sovyetler Birliği ABD ile arasında olan “kıtalararası füze açığını” kapatmıştı. Tarafların elinde binlerce termo nükleer başlık vardı ki, bunlar uygarlığı birkaç defa yok edecek kuvvetteydi. 26 Mayıs 1972’de Moskova’da ABD ile Sovyetler arasında SALT I antlaşması imza edilecek, tarafların ellerindeki başlık sayısının büyümesi sınırlandırılacaktı. Bu antlaşma iki süper güç arasında ilkti. SALT II antlaşması ise daha kapsamlı bir şekilde tüm nükleer atış araçlarının (füzeler, denizaltılar, bombardıman uçakları, vs.) sınırlanmasını sağladı. Ancak SALT II, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı 1979 yılında işgal etmesi nedeni ile Senato’da onaylanmadı.
1970’lerde çok pahalı olan uzay yarışı ve Ay yarışı da sona erdi. Bunlar ilginç ama bilimsel değeri sınırlı çalışmalardı. Bundan sonra taraflar uzay araştırmalarını propaganda amacından çok bilimsel anlamda yapacaklardı.
1 Ağustos 1975 tarihinde imza edilen Helsinki Sonuç Belgesi (Helsinki Accords), Avrupa’daki statükonun taraflarca kabul edildiğini imza altına aldı. Diğer bir deyişle ilk defa resmen Almanya’nın bölünmüş olduğu ve iki ayrı devletten oluştuğu, 1945 sonrası tüm sınırların tartışmasız olarak tanındığı, Doğu-Batı arasında ekonomik, bilimsel, insani ve çevresel işbirliğinin kurulduğu bir sonuç belgesine bağlandı. Aynı zamanda düşünce özgürlüğü, vicdan, din, bilgiye erişim özgürlüğü, serbest seyahat hakkı gibi kavramlar sonuç belgesinde yer aldı.
Bu belge, Sovyetler ve Varşova Paktı için diplomatik bir zafer gibi görünüyordu. Çünkü 1945 sonrası sınırlar tanınmış, Sovyet Bloku ilk defa resmen Batı tarafından de facto hali ile de hukuken tanınmıştı. Ancak belgedeki insan hakları kapsamı, 1970’lerin sonunda ve 1980’lerde hızla muhaliflerin Doğu Bloku içinde seslerini duyurma olanağını verecekti. Daha da net söylemem gerekirse Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde bu belgenin önemli bir rolü vardır.
Sovyetler Birliği 1973 Petrol Ambargosu’nun yarattığı fiyat artışlarından çok faydalanmıştı. Ancak yaratılan bu servet etkisi silahlanmaya, ağır sanayi yatrırımlarına, Afrika, Asya ve Orta Doğu’da müttefik satın almaya harcanıyordu. Merkezi yönetim felaket derecede verimsizlik yaratıyordu. Sovyetler en modern savaş jetleri, tankları, denizaltıları üretirken Moskova’daki dükkanlarda tüketici ürünleri örneğin tuvalet kâğıdı ve sabun bulunamıyordu. Milli gelirin %20-25’i silah yatırımlarına gitse de, Sovyetler dehşetle elektronik ve bilgisayar teknolojilerinde geride kaldıklarını fark etmişti. Daha da kötüsü, silahlanma yarışında Vietnam Savaşı’nın sonundan itibaren ABD precision grade yani nokta atış yetenekli silahlarda oldukça öne geçmişti. Yom Kippur Savaşı da, Sovyet silahlarının teknik açıdan bir kuşak geride olduğunu ispat etmişti.
Terörizmin Yükselişi
Soğuk Savaşın yumuşaması, iki blokun da silahlı grupları karşılıklı olarak kullanmasına engel olmamıştı. Almanya’da Baader-Mainhoff örgütü, İtalya’da Kızıl Tugaylar, İngiltere ve İrlanda’da IRA, Kolombiya’da FARC gibi gruplar ortalığı yangın yerine çevirmişti. Uçak kaçırmalar tırmanmış, 1970’lerin sonuna doğru bu örgütler amip gibi yayılmıştı.
Batı Bloku ilk defa polis gücünü özelleştirerek ve askeri ekipmanlar ile zenginleştirerek bu örgütler ile mücadele etti.
1970’lerin Soğuk Barışı, 1980’lere doğru uzanırken iki olay dünyayı şoke edecekti. İran’da Şah Rıza Pehlevi devrilecek ve Ayetullah Humeyni başa gelecekti. 16 Ocak 1979 tarihinde Şah ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Mart 1979’da İran resmen teokratik rejime geçecekti. Amerikan büyükelçiliğinin basılarak 52 Amerikalının kaçırılması, ile kriz büyüyecek, petrol piyasası ikinci şok ile karşılaşacaktı. Petrol fiyatları varil başına 1979 fiyatları ile 15 USD’dan 39 USD’a çıkmıştı. İkinci petrol şoku dünyanın neo-liberal ekonomik değişimini hızlandırdı.
İkinci şok ise 1978 yılında Afganistan’da Sovyet yanlısı bir grubun kanlı bir darbe ile iktidarı ele geçirmesine rağmen, iktidarda tutunamaması sonucunda Sovyetler Birliği’nin sürat ile Afganistan’ı işgal etmesi idi.
Soğuk Savaşın son evresi başlıyordu.
Burak Köylüoğlu
11 Mayıs 2025
Yeni yazılardan haberdar olun.