Soğuk Savaşın Son Perdesi ve Tehlikeli Tırmanma
1980’li yıllar Soğuk Savaşın sona erdiği, küreselleşmenin başladığı, neo liberalizmin ve serbest piyasa ekonomisinin hâkim olduğu yıllardır.
Ama bu dönem iki birbirine zıt dönemi de barındırır. İlk dönemde Soğuk Savaşın hızla tırmanmış, İran’da rejim değişikliği ile ikinci petrol şokunun yaşanmış, küresel enflasyon tavan yapmış, şahin merkez banka politikaları ile faizlerin görülmemiş düzeylere ulaşmıştı. Ama asıl tehlike 1983 yılında dünyanın belki de 1962 Küba Füze Krizi’nden daha tehlikeli bir şekilde nükleer savaşa yaklaşmış olmasıydı.
1983 yılından sonra başlayan ikinci dönem ise, genel olarak Batı ekonomilerinin petrol şokundan toparlanışı, neo liberal politikaların ABD, Batı Avrupa ve Japonya ekonomilerinde başlattığı dinamizmi, Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov dönemi reformları ve Soğuk Savaşın bitişi ile anımsanır.
II. Petrol Şoku ve İran-Irak Savaşı
İkinci petrol şoku, İran’da rejim değişikliği öncesindeki türbülans ile başlamıştı. İran’da Şah Pehlevi yönetimi hızla çökerken, Kasım 1978’te rafineri işçilerinin genel greve gitmesi ile beraber, küresel petrol piyasasına arz edilen petrol 4.5 milyon varil/gün azalmıştı. Bu rakam o dönemde küresel petrol arzını sadece %4 oranına denk gelmesine rağmen, petrol fiyatları iki yıl içinde 15 USD/varil düzeyinden, 39 USD/varil düzeyine çıkmıştı. 1973-1974 I. Petrol Krizi sırasında fiyatlar 4 misline çıkmışken, II. Petrol Krizi’nde fiyatların bu kadar küçük bir arz sorunu ile yaklaşık 2.5 katına çıkması, petrol piyasasındaki kırılganlığı açıkça ortaya koymuştu.
İran’da Şah Pehlevi yönetimi uzun yılların çürümüşlüğü içinde çökerken, ABD uzun yıllar bu sadık müttefikini ayakta tutmaya çalışmıştı. İran’ın ekonomik ve politik anlamda çöküşünün, 1970’lerde petrol fiyatlarının ani yükselişine rağmen gerçekleşmesinin tek bir açıklaması vardı: Petrol geliri kraliyet ailesine akarken, halkın aşırı yoksulluk içinde olmasıydı.
Irak’ta iktidarı başka bir askeri cuntadan devralan Saddam Hüseyin’in, Irak’ta sürgünde bulunan muhalif Şii lider Humeyni’yi Irak’tan çıkarması olayların hızını arttıracaktı. Irak’tan sonra, Fransa’ya yerleşen Humeyni, ülkenin haberleşme olanaklarından faydalanarak İran’daki destekçilerine daha kapsamlı ve rahat bir şekilde seslenme olanağına kavuşunca, İran’da ortalık daha da karışacak, Şah ülkeyi terk etmek zorunda kalacaktı.
İran’daki rejim değişikliğinin katalizörü Humeyni’nin BBC, Le Monde, Time gibi Avrupa kökenli etkin medyayı daha rahat ve kapsamlı kullanabilmesi ve Fransız posta servisi yolu ile ses kasetlerini İran’a rahat bir şekilde sokabilmesi idi. Şah 16 Ocak 1979’da ülkeyi terk ederken, Humeyni 1 Şubat 1979’da Tahran’a geldi. Ordu sokaklardan çekilince rejim tamamen çökecekti. 30-31 Mart 1979 referandumu ile İran, İran İslam Cumhuriyeti haline geldi.
İran 20. yüzyılın başında Rusya ve İngiltere’nin eş kontrolünde olan kukla bir devletti. 1945 sonrasında, ülke kısa bir ABD-Sovyetler Birliği itişmesinden sonra, ABD’nin egemenlik sahasına girmişti. ABD için İran’ın iki anlamı vardı: Enerji kaynakları ve Sovyetler Birliği’nin güneyden Basra Körfezi’ne çıkışının engellenmesi. İran yaklaşık 35 yıl boyunca bir Amerikan ileri karakolu olmuştu
970’lerin sonunda İran’daki Şah rejimi artık Amerikalıların dahi kurtaramayacağı ölçüde çürümüştü.
Şah rejiminin çökmesi ile ortaya çıkan politik boşluk, ülkedeki Şii hareketinin lideri tarafından doldurulmuştu. Bu noktada Orta Doğu’da başka bir fay hattı oluşmuştu. Şii inancına sahip nüfus Irak’ta çoğunlukta olduğu gibi, Körfez ülkelerinde de ayrı ayrı önemli bir ağırlığa sahipti. Ve bu ülkeler İran’daki rejim değişikliğinin kendi Şii inancını taşıyan vatandaşlarını harekete geçirmesinden çekiniyordu.
İran’daki rejim değişikliği sonrasında ABD büyükelçiliğinin basılması ve rehin alınan Amerikan vatandaşları meselesi, İran’ın yeni rejiminin Batı tarafından düşman bir yönetim olarak tanınmasına yol açtı. Amerikalıların rehineleri kurtarmak için giriştikleri operasyon tam fiyasko ile sonuçlanınca, rehineler Cezayir Anlaşmalarına kadar tam 444 gün tutuklu kalacaktı.
Ardından başlayan İran-Irak Savaşı’nın, Saddam Hüseyin’in İran’ın askeri açıdan zayıf olduğu dönemi fırsat bilerek başlattığı bilinir. Irak’ın hedefi; Huzistan/El-Ahvaz olarak bilinen, petrol açısından zengin, Irak’ın Basra bölgesine komşu ve Arap nüfusunun ağırlıklı bölgeyi ele geçirmek idi. İkincil hedef ise, İran’daki rejimi de yıkılmasını sağlayarak, bölgede Şii hareketinin yükselmesine engel olmaktı. Ancak bu savaş aslında, Batı Dünyası ile yeni İran rejimi arasında geçen bir vekalet savaşı idi.
İran-Irak Savaşı anlamsız bir savaştı. Sekiz yıl sürdü. Stratejik açıdan analiz etmeye bile değmezdi ama yüzbinlerce kişinin hayatına mal oldu. Tek anlamı iki tarafın birbirinin petrol üretim kapasitelerine olan taarruzları ile petrol arzını daraltması idi. Bu da OPEC ve OPEC dışı petrol üreticilerinin arzı arttırması ile giderildi. Hatta arz o kadar arttı ki, 1985’ten sonra petrolün varili 10 USD’ın altına düştü. Batı Dünyası ve başta Fransa, Irak’a en modern silahları ve mühimmatı sattı. Sovyetler Birliği ise bu savaşı, çöken ekonomisi için bir fırsat olarak gördü. İki tarafa da önemli miktarda silah sattı. Arap Dünyası, Suriye hariç Irak’a tam destek verdi. Araplar için; Şii hareketinin genişlemesi, örneğin İsrail-Arap çekişmesinden daha tehlikeli olarak görülüyordu. Suriye’deki Baas rejimi, Irak’taki Baas rejimi ile, mezhepsel nedenler ile düşmandı. Bu nedenle Suriye elindeki Sovyet silahları ile İran’a hatırı sayılır bir yardım yaptı. İran’a esas yardım Çin ve Kuzey Kore’den gelecekti.
İsrail ise Irak’ı daha önemli bir tehdit olarak gördüğü için savaşın uzaması ve dengelenmesi için İran’a dolaylı ve gizlice sınırlı bir destek verdi. İran-Contra Vakası bunun açık bir örneği idi. Amerikan Yönetimi, ilk önce İsrail’e bazı kritik silah ve cephaneyi (modern tanksavar ve uçaksavar füzeleri) gizlice ve kayıt dışı bir şekilde gönderdi. İsrail ise bu ürünleri gizlice İran’a sattı. Para nakden kayıt dışı bir şekilde ABD’ye ödendi. İran’ın etkisi altındaki Hizbullah kaçırmış olduğu ve rehin tutulan Amerikan vatandaşlarını serbest bıraktı. Kayıt dışı ABD’ye ödenen para ile Nikaragua’da Sovyet yanlısı hükümete karşı savaşan Contra isyancılarına el altından silah alındı veya doğrudan fon sağlandı. Bu operasyonun amacı Kongre’nin koyduğu yasakları by-pass etmekti. ABD’nin yasama organı hem İran’a, hem de Contra’lara silah satışını ve yardımı yasaklamıştı. Nikaragua Yönetimi, Sovyet yanlısı olmasına rağmen, uluslararası tanınırlığa sahip bir yönetimdi. Contra gerillaları sivillere karşı işledikleri suçlar ile kötü bir şöhrete sahipti. ABD Yönetimi, yasama ve bütçe kontrolünün çevresinden dolaşmak için bu tezgâhı kurmuştu. Olay Nikaragua’da düşürülen bir uçağı ile ortaya saçılacaktı.
ABD’de bu olayların baş aktörleri, daha sonra başkan olacak (olaylar sırasında başkan yardımcısı) George H. W. Bush tarafından sağlanan başkanlık affı ile temize çıkartılacaktı.
Soğuk Savaş Tırmanıyor!
ABD Milli Güvenlik Danışmanı (National Security Advisor) Zbigniew Brzezinski, 1970’lerin sonunda Sovyetler Birliği’nin endüstriyel ve tarım alanları üzerinde çekilmiş olan sayısız uydu fotoğrafını incelerken, Sovyet ekonomisinin nasıl hızla çöktüğünü keşfetmişti. Bu arada Brzezinski’nin dört yıl boyunca görev yaptığı bu pozisyonun bir basit danışmanlık işi olmadığını, ABD hükümet sistemi içindeki en etkili pozisyonlardan biri olduğunu not düşeyim.
Brzezinski, Sovyetler Birliği ekonomisi içindeki verimsizliği ve çıktı açığını mükemmel bir şekilde analiz etmiş ve sistemin sürdürülmesinin olanaksız olduğunu ortaya koymuştu.
Aslında 1970’li yıllarda çok sayıda anlı ve şanlı ekonomistin kaçırdığı önemli bir gerçek vardı: Sovyetler Birliği enerji hammaddesi petrol, doğalgaz üreten bir ülke idi. Önemli bir hammadde ve enerji ürünleri ihracatçısı idi. 1970’li yıllarda petrol ve enerji fiyatları baş döndürücü bir şekilde yükselir, Batı Dünyası bu nedenle stagflasyona girmişken, Sovyetler Birliği ekonomisi neden durgunluğa girmişti? Oyun teorisine bakıldığı zaman küresel ekonomi içindeki yaratılan payların değişiminin toplamı sıfır ise, yükselen enerji fiyatları Sovyetler Birliği’nin küresel sistem yaratılan katma değerin içindeki payını arttırması gerekmez miydi?
Bu soruların yanıtlarını ben vereyim. Sovyet ekonomisi yükselen petrol fiyatlarından gerçekten faydalanmıştı ama bu anlamda yaratılan fayda ekonominin modernleşmesi ve yapısal reformlar için kullanılmadı. Batı Dünyası 1970’lerde stagflasyonla uğraşırken, aynı zamanda elektronik, bilgisayar ve ileri üretim teknikleri gibi kritik alanlarda atılım yapıyordu. Batı, 1970’lerde bilgi çağına geçmişken, Sovyet ekonomisi halen 1950’li yılların kömür ve çelik ekonomisinde idi. Üstelik ekonominin genelindeki muazzam çıktı açığı, Sovyetlerin süper güç olarak durumunu muhafaza etmek için yapılan silahlanma harcamaları ile daha da kötüleşiyordu. Yükselen enerji fiyatları Sovyetler Birliği’ne 1970’lerde zaman kazandırmıştı ama bu kaynaklar da savrulup, saçılmıştı. Bir de Sovyetlerin Afganistan’ı işgali tam bir fiyasko idi. Koca ülkede, ABD’nin Vietnam’daki yenilgisinin sonuçlarından ders alacak ve bunu anlatacak bir stratejist ya da politikacı yoktu.
Sovyetler Birliği’nin esas zorlayan etki yeni Reagan Yönetimi’nden gelecekti. Reagan Yönetimi, nükleer füzelere karşı bir savunma sistemi kurma planını açıklamıştı. Strategic Defense Iniative, SDI olarak bilinen bu proje, Sovyet nükleer füzelerinin tehdit etkisinin ortadan kaldırılmasını amaçlıyordu. Uzaya yerleştirilecek silah sistemleri başta olmak üzere, birçok fütüristik araç ile Sovyet füzelerinin ABD’ye ulaşmadan yok edilmesini sağlamayı hedefliyordu. Böyle bir proje ABD-Sovyetler Birliği arasındaki nükleer dehşet dengesi ortadan kaldırarak, Sovyetleri nükleer bir saldırıya açık bir hale getirirdi.
Aslında projenin doğru düzgün bir temeli yoktu. Lazer silahları, parçacık silahları, kinetik enerji silahları bugün dahi erişilemez teknolojilerdi. Bu silahların koordinasyonunu yapacak bilgisayar sistemlerinin gerektirdiği işlemci gücü bırakınız 1980’leri, 2025’lerin dahi teknolojisi ile dahi mümkün değildi.
Ancak bu hayal projesi Sovyetler Birliği’nde panik yarattı. Taraflar karşılıklı olarak savunma harcamalarını arttırdı. Bu panik karşılıklı olarak tehlikeli bir tırmanmaya yol açacaktı.
Sovyetler Doğu Avrupa’ya orta menzilli SS-20 füzelerini yerleştirmeye başlayınca, Amerikalılar bir anda büyük bir sorun ile karşı karşıya kaldıklarını fark ettiler. Sovyetler bu füzeler ile, ABD’ye taarruz etmeksizin tüm Avrupa’nın kritik noktalarını yok edecek olanağa kavuşmuşlardı. Bu hamle ile Sovyetler geniş kapsamlı bir nükleer savaşa girmeden, sadece Avrupa ile sınırlı bir savaşı kazanabilir pozisyona gelmişti. Avrupa’ya yapılacak bir nükleer saldırı, ABD’yi tam bir açmazda bırakırdı. Avrupa için ABD, kıtalararası ICBM füzeleri ile Sovyetler Birliği’ne taarruzda bulunabilir miydi? Bu sorunun yanıtı yoktu.
Amerikalılar bu hamleye karşı, Batı Avrupa’ya kendi orta menzilli füzelerini yerleştirerek yanıt verdi. Pershing II füzeleri modern bir tasarımdı ve dakikalar içinde Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nin batısını ve Moskova’yı vurabilirdi. Şimdi Sovyetler daha büyük bir açmaza düşmüştü. Kendi orta menzilli füzeleri Batı Avrupa’yı tehdit ederken, Amerikan orta menzilli füzeleri Sovyetler Birliği’ni de tehdit eder haldeydi.
Zaten dünyada işler tırmanıyordu. Amerikalılar Granada’ya askeri müdahalede bulunmuştu. Sovyetler Afganistan’da savaşıyordu. Sovyetler bir G.Kore yolcu uçağını casus uçak gibi görerek düşürmüştü.
1983 yılında oluşan iki vaka bu eskalasyonun çok daha tehlikeli bir düzeye erişmesine neden oldu. İlki 26 Eylül 1983 vakasıdır. Bu tarihte Sovyet erken uyarı sistemi OKO, 5 Amerikan ICBM nükleer başlıklı füzenin Sovyetler Birliği hedefli olarak fırlatıldığı alarmı verdi. Gerçekten de Sovyet radar sisteminde 5 adet füze izi görülüyordu. Bir Sovyet yarbayının kendi başına aldığı inisiyatif sonucunda, karşı nükleer taarruz aşamasına girilmedi. Aslında Yarbay Stanislav Petrov, sistemde bir hata olduğunu düşünmüş, emirlere karşı gelerek bu gözlemini üstlerine iletmemişti. Petrov haklıydı, radar izini yaratan Amerikan füzeleri değil, Kuzey Kutbu Işıkları idi. Petrov doğru bir hesaplama yapmıştı çünkü bir Amerikan nükleer saldırısı 5 tane füzeyle değil, binlerce füze ile başlamalı idi. Dünya bir felaketin eşiğinden dönmüştü.
Daha tehlikeli bir olay ise tam iki ay sonra gerçekleşecekti. Amerikalılar 1981-1983 arasında Sovyet komuta merkezlerine karşı tam bir psikolojik harekât yürütüyorlardı: Barent Denizi, Kuzey Kutup Denizi, Kuzey Pasifik ve daha tehlikelisi Sovyetlerin en batıdaki füze üslerinin bulunduğu eski Doğu Prusya yeni adı ile Kaliningrad önündeki GİAP boşluğu gibi noktalarda füze kruvazörleri ve nükleer denizaltılar Sovyet karasularına tehditvari bir şekilde yaklaşıyorlar ve bunlara ABD bombardıman uçakları eşlik ediyordu.
Amaç Sovyetleri devamlı bir baskı altında tutmak ve Sovyet radar sistemlerinin açığını aramaktı.
Dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren olaylar Kasım 1983 tarihinde Able Archer 83 isimli NATO tatbikatı sonucu oluştu. Bu tatbikatın amacı NATO güçlerinin DEFCON I alarm düzeyinde nasıl davranacağını planlamaktı. DEFCON I en yüksek nükleer savaş riski düzeyidir. Tatbikatta artan haberleşme trafiği ve kaldırılan bombardıman uçaklarının artan radar izi sayısına, NATO ve ABD nükleer füze üslerinde başlayan hareketlilik eklenince, Sovyetler Birliği hızla nükleer alarma geçti.
Able Archer 83’ün hedefi DEFCON 5’ten adım adım DEFCON I düzeyine geçişi simüle ederek, adeta NATO’nun nasıl bir nükleer saldırıyı başlatacağını temsil eden mükemmel bir tatbikat yapmaktı. Ama Sovyetler bu tatbikatın aslında gerçek bir nükleer taarruzu maskelemek için yapıldığına inanmıştı. Tatbikat o kadar başarılı ve gerçekçi idiydi ki, KGB ajanları da sahadan aynı tehlikeye dikkat çekmişti.
Sovyetler Baltık Askeri Bölgesi, Kaliningrad, Çekoslovakya’daki orta menzilli nükleer füzelerini atışa hazır duruma getirirken, Doğu Almanya ve Polonya’daki üslerde savaş uçaklarına nükleer füzeler yerleştirilmeye başlanmıştı. Bu arada Amerikan uyduları da Sovyetler Birliği içindeki ICBM füzelerinin de yer aldığı bazı üslerde hareketlilik saptamıştı. Daha da kötüsü Sovyet nükleer denizaltıları ki, bunlar çok sayıda nükleer başlık taşıyordu, haberleşme sessizliğine geçmişti. Bunun anlamı belliydi: Sovyetler nükleer denizaltılarını en üst düzey alarma geçirmişti.
Neyse ki bazı Sovyet haber alma subayları ellerindeki somut bilgileri, yani NATO’nun bir tatbikat yaptığını ayrıntıları ile Sovyet yönetimi ile paylaşarak krizin daha da tırmanmasını engelledi. Hatta bunların içinde MI6’in döndürdüğü ikili ajan Oleg Gordievsky de vardı.
Sovyetlerin içinde bulunduğu paranoya, Able Archer’ın kusursuz bir tatbikat olması, Sovyetlerin kusursuz bir tatbikat ile gerçek bir nükleer savaş hazırlığını ayırt edecek teknolojiye sahip olmaması, Amerikalıların 1981-1983 arasında Sovyetlere karşı yaptığı nükleer baskı az daha bir felaketle sonuçlanacaktı.
Daha sonra Başkan Reagan’a sunulan brifing ile oluşmuş olan tehlike başkana anlatılacaktı. Reagan şoka girmişti. 1962 Küba Füze Krizi’nden çok daha tehlikeli bir durumun oluştuğunu anlayan Amerikalılar hızla havayı yumuşatacaklardı. Gorbaçov’un iktidara gelmesinin ardından dünyayı neredeyse savaşa sokacak orta menzilli füzeler 1987 INF (Intermediate-Range Nuclear Forces Treaty) antlaşması karşılıklı olarak kaldırıldı. İlk defa bir antlaşma ile belli bir sınıfa ait yani kısa (500-1000 km) ve orta menzilli (1000-5500 km) tüm nükleer silahlar ortadan kaldırılıyordu.
1987 INF Antlaşması, Soğuk Savaşın bitişini müjdelemişti.
Epilog: 1987 INF Antlaşması, 2 Ağustos 2019 tarihinde Trump Yönetimi’nin antlaşmadan çekilmesi ile geçersiz durumdadır.
Burak Köylüoğlu
1 Haziran 2025