1990’lı yıllara girerken Japon ekonomisi, son kırk yıllık geçmişinde müthiş bir dış ticaret fazlası vererek, küresel ekonominin 2. büyük ekonomisi haline gelmiş, sanayi şirketleri üretim tekniği, ürün teknolojisi ve pazarlama stratejileri ile yarattığı markalar ile küresel pazarı silip süpürmüştü.
Üstelik Japon ekonomisi, yaratmış olduğu muazzam servet ile küresel ekonominin en büyük doğrudan dış yatırımcısı (FDI, foreign direct investments) haline gelmişti. ABD’nin ekonomik ve politik çevrelerinde Japonya’nın yükselişi 1980’li yıllarda büyük bir tedirginlik yaratmış, Japon şirketlerinin sanki bir 5. kol gibi Amerikan ekonomisini ele geçirdiği konuşulur hale gelmişti.
Dikkatli okuyucularım anlattıklarımı, Çin’in 2000 sonrasındaki yükselişine ve son yıllarda yaşanan ABD-Çin gerilimine benzeteceklerdir.
1980’li yıllarda bu kadar başarılı bir ekonominin büyük bir krize girebileceğini düşünmek için hiçbir neden yok idi.
Biz genelde ekonomik krizleri, örneğin Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi popülizme, teknik olarak başarısız ekonomi yönetim şekline, ahbap çavuş ekonomisine, süre gelen yüksek cari hesap dengesi ve kamu bütçe açıklarına bağlarız.
Ekonomi bilimine sadece gelişmekte olan ülkelerin parametreleri ile bakarsak, bu bilimin evrensel bazı kritik noktalarını kaçırırız.
Gelişmiş ülke ekonomik krizleri genel olarak varlık fiyatlarında oluşan balonların patlaması ve bunun sonucunda finansal kesimde yaşanan büyük özvarlık kayıpları ile oluşur. Finansal kesimdeki yangın zamanında söndürülemezse, kredi arzındaki ani düşüş (credit crunch), ekonomide likidite sıkışmasına yol açar. Likidite sıkışması da tüm ekonomiti bir anda sarar, aynen iç kanama geçiren bir hastanın uğrayacağı şok gibi…
Japonya’da 1990-1991’de yaşanmış olan tam da budur. Japonya Varlık Krizi, aynı zamanda 1980’li yıllarda başlayan neo-liberal ekonomi politikaların yaratmış olduğu ilk büyük ekonomik krizdir. Bu krizden alınmayan derslerin değeri, küresel ekonomi 2008 Küresel Ekonomik Krizi ile kısmen farkına varılacaktır.
Lütfen yazının devamını dikkat ile okuyun. Bu sayede 2008 Küresel Ekonomik Krizi’nin nedenlerini kavramakla kalmayacaksınız, ayrıca pandeminin son evresinde başlayan ve pandemi sonrası ekonomide adım adım gelişmesini beklediğim büyük ekonomik riskin farkına varacaksınız. Bu arada para teorisinin en önemli kavramlarını bir vaka analizi mantığı ve basitliği ile aktarıyor olacağım.
Bu uzun girişten sonra Japonya mucizesini sona erdiren bu büyük krize bakalım.
Yükselen güneşin batışı
1985 yılına girildiği zaman ABD’nin cari hesap dengesinin açığı GDP/GSYH’ya oranı %3’ü aşmış idi. Başkan Reagan yönetimi, ekonomik ve stratejik anlamda zayıflıkları iyice ortaya çıkmış olan Sovyetler Birliği’ni yeni bir silahlanma yarışı ve SDI (Strategic Defense Initiative) projesi ile sıkıştırmaya kararlıydı.
Amerikan ekonomisi, 1980’li yıllara girerken Vietnam Savaşı, devam eden Soğuk Savaş’ın getirdiği askeri yarış, 1970’li yıllarda ortaya çıkan 1973 ve 1979 petrol şokları, Batı Almanya ve Japonya ekonomilerindeki verimlilik ve prodüktivite artışı ile Sovyetler Birliği’ne karşı atılan son büyük stratejik adım ile epey bir zorlanmıştı.
ABD muazzam cari hesap dengesi açığını daraltmak için iki yöntemi aynı anda kullandı: ABD dolarının değer kaybına izin verilmesi ve ABD pazarı sayesinde müthiş bir ticaret dengesi fazlası olan Japonya ile Batı Almanya’ya yapılacak ekonomik ve politik baskı.
Nitekim ABD 1980’li yılların başından itibaren; Batı Almanya ve Japonya’ya kendi iç pazarlarını genişletmeleri, bu ülkelerin iç pazarlarını koruyan regülasyonların kaldırılması ve bu ülke şirketlerinin karmaşık transfer fiyatlaması mekanizmaları ile ucuz fiyatlar ile Amerikan pazarına mal arzını kesmeleri yönündeki baskısını arttırmıştı.
Batı Almanya ve Japon iç pazarının genişletilmesi, Amerikan talepleri içindeki en önemli kalemdi. Bu sayede küresel ekonominin büyümesine en büyük katkı buradan gelecek ve Amerikan şirketleri bu pazarlara mal ve hizmet satarak ABD’nin korkutucu bir şekilde gelişen cari hesap dengesi açığının düşüşüne katkı yapacaktı.
Amerikalılar, aynı zamanda Nobel ödüllü ekonomistlerin yayınları ile Batı Almanya ve Japonya’nın ekonomik politikalarını ağır bir şekilde eleştiriyordu. Onlara göre, Batı Alman markı ile Japon yeni değer kazanmalı, Batı Almanya ve Japonya faiz oranları düşürmeli ve para tabanı genişletilerek Japon ve Batı Alman iç pazarı genişletilmeli, tüketim ve talep bu politikalar ile arttırılmalı idi
Amerikan tezine göre, Amerikan iç pazarındaki talep büyümesi tüm dünya ekonomisini 1945-1980 arasında ayakta tutmuş ve bu uğurda Bretton Woods sisteminin 1971’de çökmesine dahi katlanılmıştı.Küresel ekonominin büyüme yükünü Batı Almanya ve Japonya üzerine almalı idi. Meşhur ekonomistler David Hale (1951-2015) ve Rüdiger Dornbush (1942-2002) ABD’nin Batı Almanya ve Japonya’nın iç pazarlarını genişletmemesi halinde, FED’in faizleri düşürerek Amerikan dolarının değer kaybını tetiklemesi ve ABD pazarına bağımlı iki ülkenin iç pazarlarını büyütmeye zorlanması gerektiğini savunmuştu.
Ve bu muazzam Amerikan baskısı sonuç verdi. Eylül 1985’te Plaza Agreement ile G-5 Ülkeleri ABD dolarının değer kaybetmesi için ortak bir şekilde müdahale etmeye başladı. Japon yeni 1985-1987 arasında tam %50 oranında değer kazandı
Japonya, Amerikan baskısı ile 1985’ten sonra iç pazarını ateşlemek için yıllık para tabanı artışını %8 oranına yükseltti. Parasal taban artışı 1987’den sonra %10’nun üzerine çıkacaktı. Çünkü yendeki değer artışı ihracatın önünü kesmiş, büyüme hızı düşünce, iç pazarı ateşlemek için para tabanının daha da hızlı büyütülmesi gerekmişti.
ABD ile yapılan ve ABD doları-Japon yeni paritesini stabilize etmeyi hedefleyen Louvre Anlaşması (1987) ile yenin daha fazla değer kazancının önünü kesmek için BOJ (Bank of Japan) faizleri düşürüp, piyasada USD alıp yen satmaya başladı. Bu da para arzı genişlemesini daha da arttıracaktı.
Para tabanındaki genişlemenin sonucu her zaman enflasyon artışıdır. Ancak Japon yeninin değer artışı tüketici enflasyonunu baskılarken, daha tehlikeli bir enflasyon biçimi Japonya’da belirdi: Varlık enflasyonu (asset inflation).
Japon Nikkei endeksi 1984 yılında 10,000 düzeyinden 1989 yılının son işlem gününde 38,916 rekor düzeyine ulaşacaktı. Balon patladıktan endeks 1990’da 20,000 seviyelerine kadar inecek, 2003’de ise 8500 seviyesi görülecekti. Balonun zirve noktasında yani, 1989 yılı kapanışında Nikkei endeksindeki Japon şirketlerinin değeri küresel şirketlerin piyasa değerinin tam %45’ine ulaşmıştı! Bu fiyatlama akıl alır gibi değildi. Bu kurumların düzeltilmiş fiyat/kazanç oranı (adjusted price earnings ratio) 70’leri aşarak mantıksızlık bölgesini dahi aşmıştı…
Esas sorun arazi ve taşınmaz fiyatlarında idi. Enflasyonun (doğal enflasyon %2 idi) çok düşük olduğu ülkede zaten inanılmaz pahalı olan arsa, konut, ticari alan fiyatlarında 1984-1991 arasında baş döndürücü fiyat artışları yaşanıyordu. Mesela Tokyo dahil ilk büyük 6 şehirde arsa fiyatları 7 yılda tam 4 kat artmıştı. 1989 yılında Tokyo’da bir taşınmazın metrekare birim fiyatı tam 300,000 USD’ı bulmuştu! Büyük bir gayrimenkul geliştirme grubu 1989 yılında şu çılgınca değerlemeyi konuşuyordu: Tokyo’daki Japon İmparatorluk Sarayı’nın açık ve kapalı alanının değeri ABD’nin Kaliforniya Eyaleti’nin tüm taşınmazlarının toplam değerini yakalamıştı. Gerçekten de Tokyo’nun bazı semtlerinde birim fiyatlar New York Manhattan bölgesindeki fiyatların tam 350 misline tırmanmıştı.
1989 yılında yalancı cennetin göz alıcı muhteşemliği inanılmazdı. 1980’li yıllara kadar sıkı regüle edilmiş bankacılık sektörü dönemin modası olan neo-liberalizm akımı ile tamamen serbestleşmişti. 1980’lere kadar Japon bankaları ellerindeki kara kaplı kitaplarında yazanlara harfiyen uyarak “keireitsu” ‘ların ihracata yönelik büyümelerini (çoğunlukla kendi grup firmalarını) finanse ediyordu.
Neo-liberal politikalar boğucu derecedeki düzenlemeleri kaldırınca bir anda Japon bankaları inanılmaz ölçekte büyümeye başladı. Rekabet etmeye ve orta/küçük segmente kredi vermeye alışkın olmayan finansal sektör hayal alemi içinde yüzen gayrimenkul geliştiricilerine ve kendilerini dev aynasında görmeye başlayan orta ve küçük ölçek kurumlara kredi pompalamaya başladı.
Daha da önemlisi mevcut regülasyon bankaların o dönemde kredilerden elde edeceği kar oranına bir tavan getirmişti. Japon bankaları değerlerini arttırmak için bilançolarını hızla büyütme yolunu seçti. Fiyatları artan varlıkların finansmanı bilançoyu büyütmek için iyi bir fırsat gibi görünüyordu. 1980’lerin sonunda oldukça tehlikeli bir bağ kuruldu: Japon bankalarının değeri ile varlık fiyatlarının korelasyonu çok yüksek düzeye ulaştı. Böylece bir finansal kriz için en önemli taş da yerine oturmuştu.
Dev ölçekli kereitsu’lar yaptıkları devasa ihracatlar ve kurumsal finans araçları ile geleneksel yabancı kaynak finansmanını azaltırken, Japon küçük-orta segmentinde riski yüksek krediler, finansal sektörde rekabet nedeni ile tırmanmaya başladı. Daha da kötüsü bankacılık sektörü hızla tırmanan taşınmaz fiyatları “çok kar” eden inşaat ve gayrimenkul sektörünü artan oranda finanse etmeye başladı. Bir anda arsa kıtlığının yaşandığı şehirlerde egzotik ve tılsımlı projeler ortaya çıktı.
Bu çılgınlığın ortasında daha da garip şeyler olmaya başladı. Japon mafya örgütleri ki, Yakuza olarak da bilinir, yeraltından çıkarak açıkça gayrimenkul piyasasında etkin bir oyuncu haline geldi. Yakuza, 400 yıllık geleneklerini bırakarak ilk defa sıradan bireyleri hedef alarak, ellerindeki taşınmazları devretmelerini “ikna etmeye” soyundu. Japon basınında Yakuza’nın az katlı binalara kamyonlar ile girerek, mülk sahiplerini mallarını terk etmeye zorladıkları gibi garip haberler çıkmaya başladı.
Yakuza sadece gayrimenkul sektöründe değildi. Japon keiretsu’ları 1970-1980’lerde kazandıkları muazzam servetleri ile rakiplerinin hisselerinin almaya başlamıştı. 1980’lerin ortasına geldiğimizde, keiretsu’ların pay değişimleri ile oluşturduğu gizli tröstler oluşmuştu. Daha da önemlisi bu büyük çıkar grupları birbirine baskı kurmak için Yakuza’yı kullanır duruma gelmişti. Dev şirketlerin genel kurullarında rakip hissedarlar tarafından kiralanmış Yakuza üyeleri yönetimden hesap sorar durumda idi. Daha da ilginci Yakuza örgütleri bizzat kendileri para kopartmak için genel kurullara katılır durumda idi. Bu garip duruma verilecek en güzel örnek, Sony yönetim kurulunun tam 13 saat boyunca neden Betamax video formatının VHS video formatı karşısında başarısız olduğunu açıklamak zorunda kalmasıdır. Toplantılara katılan mafya üyelerine “sokaiya” ismi verilmişti. Dev şirketlerin genel kurullarında rakip “sokaiya” mensupları arasında itiş kakış yaşanması olağandı.
Varlık fiyatlarındaki anormal yükseliş gelir dağılımını bozduğu gibi, Japon toplumunun iç barışını da bozmaya başlamıştı. Taşınmazı olanlar ve olmayanlar arasındaki fark giderek açılmaya başlamış, toplumun bir kesiminde inanılmaz bir hayat tarzı oluşmaya başlamıştı: 3 Mio USD’a üye olunan golf kulüpleri, on binlerce dolar verilerek girilen partiler, mezuniyet partileri için kiralanan dev kruvaziyerler, vs…
6,000 yıllık kadim bir ekonomi kanunu; her aşırı şişmiş varlık balonunun eninde sonunda patlayacağını söyler. Bu kanun kendi kendini sayısız örnek ile ispat etmiştir. Modern ekonomik tarihinden verilecek en güzel örnek; 1873’de başlayan ve 1896 yılında biten “Long Depression” vakasıdır ki 1914 yılında başlayacak I. Dünya Savaşı’nın en büyük nedenidir. Burada patlayan balon aşırı şişmiş Amerikan demiryolu şirketlerinin hisseleri olmuştu.
Bu şartlarda Japon Merkez Bankası başkanı Yasushi Mieno (1924-2012) Aralık 1989’da başkan olur olmaz, akıl almaz ölçülere ulaşmış varlık ve hisse senedi balonunun daha fazla şişmemesi için para politikasını sıkılaştıracak ve sonraki 6 ay içinde peş peşe faizleri arttıracaktı.
Yeni sıkı para politikası ekonomiyi ve piyasaları bir anda bir eroinmanın yokluk krizine (cold turkey olarak da bilinir) benzer bir buhrana hızla sürükledi. 1991-1998 arasında büyük Japon şehirlerinde kurumsal taşınmaz birim fiyatları %80-90 oranında sert bir şekilde geriye geldi. Hatta Tokyo’nun bazı bölgelerinde değer kaybı %99 gibi inanılmaz ölçülere ulaştı. 1990 yılına kadar herkesin alıcı olduğu piyasalarda, artık herkes satıcıydı.
Horst Siebert’in 1999 yılında yapılmış akademik çalışmasına göre, ekonomideki servet kaybı 1990-1996 döneminde 967 trilyon yen gibi müthiş bir büyüklüğe ulaştı. Bir zamanlar küresel ekonominin en büyük beş bankasını oluşturan Japon bankalarının (Da-Ichi Kangyo Bank, Sumitomo Bank, Fuji Bank, Mitsubishi Bank, Sanwa Bank) çökmemesi için bu bankalara likidite enjeksiyonu yapılmak zorunda kalındı. Çünkü düşen varlık fiyatları kredi teminatlarını eritmiş, ayrıca gayrimenkul geliştirme sektörüne açılan kredilerde büyük zararlar oluşmuştu.
Neyse ki bu bankaların ile ilgili olarak bağlı oldukları kereitsu’lar önemli bir varlık ve likiditeye sahipti. Ama buna rağmen Japon hükümeti devreye girmek durumunda kaldı. Daha küçük bankalarda sorun aşılamaz noktaya geldi ve 1998 yılına kadar banka iflasları sürdü. Tayland’da başlayan ve hızla tüm Asya ekonomilerini pençesine alan 1998 Uzakdoğu Asya Krizi bütün bunların üzerine tuz biber ekti.
Japon Merkez Bankası Yasusi Mieno 1989 ile 1994 yılları arasında görevde kaldı. Sayısız ölüm tehditleri aldı. Balon patladıktan sonra dahi fonlama faizini yavaş ve kademeli bir şekilde indirdi. Hayatının kalan kısmında pek fazla demeç vermedi. Bazılarına göre Japonya’nın 1946-1989 arasındaki müthiş mucizesi Mieno’nun şahin para politikası yöntemleri sonucu ile başlayan resesyon ile sona ermişti.
Benim görüşüm daha farklıdır. Japon taşınmaz ve sermaye piyasalarındaki balon eninde sonunda patlamaya mahkûm idi. Bu balonun sebebi Mieno değil 1980’li yıllarda Japon ekonomisine neoliberal politikaları enjekte eden politikacılardı. Mieno, bir merkez bankası başkanı olarak bir toplum mühendisliği rolünü uygulamıştı.
Daha da önemlisi Japonya tüm teknolojik atılımlarına ve mükemmel bir sanayi tabanına sahip olmasına rağmen demografik ve fiziki sınırlarının sonuna çoktan 1970’lerin sonunda ulaşmıştı. Amerikalılar 1980’li yıllarda Japonya ve Batı Almanya’ya sarı kart gösterdiğinde Japonya yeniden sancılı bir dönüşüme girmek yerine gevşek para politikasına dönmüştü. Krizin temelinde bu gerçek vardı.
Modern Japonya 1990 yılı, yakın tarihinin 3. büyük dönüşüm noktasıdır. İlki 1868 Meiji Restorasyonu yani modern Japonya’nın kuruluşudur. İkincisi Ağustos 1945’de Japonya’nın kayıtsız şartsız teslim olarak, II. Dünya Savaşı’nın bitişi ile başlamıştır
1990’dan itibaren Japonya’nın küresel ekonomide payı ve küresel endüstriyel çıktı payı gerilemeye başlayacaktır. Japonya’nın yaklaşık 30 yıllık duraklama dönemi başlarken, Soğuk Savaş 12 Eylül 1990 tarihinde Moskova Anlaşması (Treaty on the Final Settlement with Respect to Germany) ile tamamlanacaktı. Aynı yılın sonunda Sovyetler Birliği hukuken çözülmeye başlayacak, dünyanın 2. süper gücü 1991 yılında “de jure” olarak tarihin tozlu sayfalarına karışacaktı.
Bu dramatik olaylar olurken, tahmin edilemez başka büyük olaylar zinciri başlamış idi: Bunların en önemlisi Çin’in yükselişi olacaktı. Ekonomi ve jeopolitikten oluşan karmaşık denklemde rastlantılar yoktur, bu karmaşık sistemin her zaman bir temel mantığı bulunur. Neo-liberal politikalar ABD’de ortaya konulduğu zaman ABD’ye müthiş bir dinamizm kazandırmış, ABD bu sayede Sovyetler Birliği’ni pes ettirecek momentuma ulaşmıştı. Ancak aynı politikaların Japonya’ya uyarlanması büyük bir felaket ile sonuçlandı. Japonya Varlık Krizi’nden tam 18 yıl sonra çok daha büyük bir kriz aynı temel sorunlar nedeni ile oluşacaktı: 2008 Küresel Ekonomik Krizi. Temel neden gereğinden fazla ve olması gereğinden daha düşük faizli para tabanının ve kredi hacminin yarattığı entropi artışı, entropi artışının getirdiği sistematik risk artışı idi. Ne yazık ki 2021 yılında da benzer ama daha karmaşık bir ekonomik ve jeostratejik denklemin küresel entropiyi arttırdığını görüyorum. Bu da bir başka bir yazımın konusu olsun…
Bu yazım ile beş bölümden oluşan, 1943 sonunda Tarawa Atolü’ndeki trajedi ile başlayan Japonya’nın mucizesini anlattığım yazı dizisi sona ermiş oluyor…
Umarım okumaktan keyif almışsınızdır.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.