Bir Oyun Teorisi Vaka Analizi: Bir Sokak Ressamının Poker Oyunu

Burak Köylüoğlu

Newton kanunları, termodinamik kanunları veya Einstein’ın görecelik teorisi fizik bilimi için ne kadar önemli ise, oyun teorisinin stratejik yönetim içindeki yeri tartışılmazdır.

Oyun teorisi karmaşık vakalarda karar verme sürecini bir model haline getirerek bilimselleştirir, oyuncuların verdiği kararlara göre gelişen sonuçları iteratif olarak analiz eder.   

Oyun teorisini kavramayan bir liderin ya da CEO’nun başarısı tesadüflere veya model dışı faktörlere bağlı veya bağımlıdır.

Oyun teorisinin mucidi, Macar asıllı Amerikalı meşhur matematikçi John von Neumann’dır. Kendisi modern matematik dünyasının Einstein’ı olarak bilinir. Uzmanlığı sadece matematik ile sınırlı değildir, von Neumann aynı zamanda bir fizikçi, bilgisayar mühendisliğinin öncüleri içinde yer alan bir bilim adamı, istatistikçi ve (davranışsal alanda) ekonomisttir. Von Neumann kısa hayatı içinde (1903-1957) insanlık tarihinde “homo universalis” mertebesine ulaşmış en fazla iki düzine insanın arasındadır. Von Neumann’ın katkıları olmasaydı, bugün atomun parçalanması teoride kalacak, “operation research” gibi önemli bir dal gelişmeyecek, bilgisayar mühendisliği ve bilgi işlem biliminin en önemli teorik kavramları oluşamayacaktı. Nitekim oyun teorisi, 1920’li yılların sonunda von Neumann’ın katıldığı poker partileri içinde uzun bir geceden çıkarılan dersler sonucu ortaya çıkmıştı. O uzun gecede von Neumann şanslıydı, eline iyi kağıtlar gelmişti. Buna rağmen, partinin bitiminden zararla kalkan ünlü matematikçi poker oyunun şanstan öte doğru oyun stratejisine (doğru rest, blöf, arttırma ve çekilme yöntemlerine) dayandığını kavramıştı. Oyun teorisinin kavramsal temeli işte böyle oluşmuştu.  

Oyun teorisini anlatan birçok değerli eser var. Ben okuyucularıma teorik bir yaklaşımdan farklı olarak vaka analizleri ile bu ölümsüz bilimi anlatmayı tercih ediyorum.

Münih, 1938

Alman diktatörü Adolf Hitler 1933 seçimleri ile iktidara geldiğinde, seçimi kazanmasının en büyük nedeni I. Dünya Savaşı’nı kaybetmiş olan Almanya’ya 1919 yılında dayatılan Versay Anlaşması’nın ağır koşullarına reaksiyon veren Alman toplumunun tepkisini oya dönüştürmesiydi.

Alman diktatörü ilk yıllarında, yutabileceği lokmaları dilim dilim kesmekte mahirdi. Almanya’nın en önemli sorunu olağanüstü tutarda ödemek zorunda olduğu savaş tazminatları ile Versay ile Batı Prusya’nın yeni oluşturulmuş Polonya’ya verilmesi ( Polonya’nın Baltık Denizi’ne ulaşımını sağlanması amacı ile) ve Doğu Prusya ile Almanya’nın kara bağının koparılmış olması idi. Meşhur ekonomist John Maynard Keynes, Versay düzenini klasik bir “Kartaca barışı” olarak değerlendirmişti.

Hitler, 1933’den sonra Versay düzeninin zincirlerini halka halka kırmaya başladı. 1929 Büyük Buhranı’nın etkilerini öne sürerek, savaş tazminatları için moratoryum ilan etti. Büyük Buhran devam ederken İngiltere ve ABD’nin bu adıma karşı sesi çıkmadı. Fransızlar biraz mırın kırın etti ama arkalarında İngilizlerin desteğini bulamadılar.

Hitler; 1935’te Versay ile sınırlanmış 100,000 kişilik Alman ordusunun kısıtlayan anlaşma maddelerini tanımadığını açıkladı ve zorunlu askerlik programını başlattı. Bu konuda Fransızlar yine İngilizlerin desteğini alamadı. Büyük Savaşın (The Great War, I. Dünya Savaşı) anıları zamanla kaybolurken, Almanya gibi büyük bir ülkenin bu kadar küçük bir orduyla yetinmesi garip duruyordu. Üstelik Hitler, hem İngiliz ve Fransızlara karşılıklı silahsızlanma anlaşmaları önerirken, daha 1934 yılında hem de baş düşmanı Polonya’ya karşılıklı saldırmazlık paktı önermişti.

1936 yılında ise Hitler Versay Anlaşması’nın en önemli halkalarından birini daha kırdı: Ren Bölgesini askerleştirdi. Ren Bölgesi, Almanya’nın Ren Nehri’nin batısında kalan toprakları olup, fiilen Almanya’nın batı kapısıdır. Versay Anlaşması bu bölgenin silahsızlandırılarak ,Almanya’nın Fransa ve Benelüks Ülkeleri’ne karşı olası bir taarruzunu engellemeyi amaçlamıştı. Ren Bölgesi’nde sadece Almanya’nın bir polis gücü bulunmasına izin verilmişti.

Aynı zamanda bu kapının hep açık olması şu anlama geliyordu: Almanya eğer Polonya ya da Çekoslovakya’ya taarruz eder ise İngiliz-Fransız karma orduları savunmasız Ren bölgesinden geçerek, Almanya’nın hayati sanayi bölgesi olan Ruhr Vadisine kolayca ulaşabilirdi. Yani bu kapının açık tutulması, Almanya’yı dizginleyen en önemli önlemdi.

Hitler, küçük bir askeri birliği Ren Bölgesine soktuğu zaman, Almanya’nın kendi topraklarına önemsiz bir karakol kuvveti konumlandırdığını söyleyecekti. Alman diktatörü, Fransız ve İngilizlerin kendi iç politik kavgalarının tırmandığı anı iyi seçmişti. Ancak bu hamle çok büyük bir kumardı. Eğer Fransız ordusu tek başına sınırı geçseydi, Almanya’nın bu tarihte karşı koyacak bir askeri gücü yoktu. Ordunun ağır silahı neredeyse yoktu (tüm ağır topçu silahları 1918-1919 yılında I. Dünya Savaşı’nın muzaffer ülkelerine verilmişti), ordunun yeniden büyütülmesi ve örgütlenmesi daha bir yıl önce başlamıştı.

Sonradan Hitler şu meşhur sözü tarihe kazımıştı: “Durum çok kritikti. Eğer Fransızlar sınırı geçseydi, bir köpek gibi kuyruğumu bacaklarım arasına sıkıştırıp geri dönecektim.” Ren Bölgesine asker sokulması, Almanya’nın açık olan batı kapısının kilitlenmesi anlamına geliyordu.

Ren Bölgesine Alman askerlerinin sokulmasının sonuçları hızlı olacaktı. 1938 Mart ayında Avusturya Nazi partisinin artan eylemleri, meşru ve seçilmiş hükümete karşı yapılan kansız ve hızlı bir darbenin ardından düzenlenen “hikâye” bir referandum ile Avusturya, Almanya ile birleşti.

Versay ve Locarno anlaşmaları Almanya ve Avusturya’nın birleşmesini açıkça yasaklıyordu. Ancak bu aşamada Fransız ve İngiliz müdahalesi oldukça zorlaşmıştı. Hitler Almanca konuşan insanlardan oluşan iki ülkenin gönüllü ve “hukuki” birleşmesinden daha doğal bir şey olmadığını ifade ediyordu. Fransızlar ve İngilizler, bu haklı görünen ve “oldu bittiye” gelen gelişmeye ses çıkarmadı.

Gariptir ki en sert reaksiyon İtalyanlardan geldi. Faşist İtalya, Avusturya’ya Alman askerleri girerken, Avusturya’yı İtalya’ya bağlayan Brenner Pass’a askeri yığınak yapmaya başladı. Sebep İtalya’nın I. Dünya Savaşı sonunda kaptığı Almanca konuşan Güney Tirol Bölgesi idi. Hitler’in bu bölge hakkında verdiği güvenceler ile İtalyanlar birleşmeye ses çıkarmayacaktı.

Hitler’in bir sonraki hamlesi Çekoslovakya’daki Alman kökenli nüfusun çoğunlukta olduğu Südetenland bölgesi üzerinde olacaktı. Yıllardan beri Naziler bu bölgede çoğunluğa sahip Alman nüfusunu tahrik ediyordu. Bu bölge I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Çekoslovakya’ya parçalanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan verilmişti.

Büyük Buhran bu bölgedeki endüstriyel tabanı tahrip etmiş, bölgedeki Alman çoğunluğu giderek politik anlamda aşırı kutuplara kaymıştı. Üstelik Çekler’in de bu Alman çoğunluğa yönelik iç politikaları sorunlara tuz biber olmuştu.

Alman diktatörü, Südetenland hamlesinin önceki hamleler kadar kolay olmadığının farkındaydı. Çekoslovakya’nın toprak bütünlüğü, kesinlikle İngiliz ve Fransız garantisi altındaydı ve bunun bozulması savaş nedeni idi. Avusturya-Almanya birleşmesinden tam bir ay sonra, Nisan 1939’da Südet Nazi partisi bölge için Çekoslovakya’dan otonomi ve Alman halkı için eşit haklar talep edecekti. Aslında Südet Nazi partisinin talepleri hikaye idi. Talimatlar ve talepler Berlin’den geliyordu.

Bölge için otonomi talebinin hemen ardından Almanya açıkça Çekoslovakya’yı tehdit etmeye başladı. 1938 Eylül’ünde Almanya’nın askeri müdahalesi ve savaş kaçınılmaz gibi görünüyordu. Alman diktatörü Çekoslovakya’nın kuzeyindeki bir şerit toprak için Fransızların ve özellikle İngilizlerin savaşa girmeyeceğini hesaplamıştı. Nitekim İngiliz hükümeti Çekoslovakya’nın bütünlüğünü korumak için bir karşı taraf olarak değil, bir arabulucu olarak davranmaya eğilimliydi.

Hitler’in oyun teorisi kapsamındaki stratejisi; kendi seçtiği alanda ilk hamleyi yapmak, bu hamleyi bir savaş tehdidi ile güçlendirmek, bu hamleye aynı zamanda “makul taleplerinin kabulü” şartı ile tarafların barışı sağlayacağına inandırmak üzerine kuruluydu. Taleplerin tamamı görünürde Almanya’nın Versay’da uğramış olduğu haksızlıkların telafisi ve Alman toprakları dışında yaşayan nüfusu yapılan “baskıyı” engellemekti. Üstelik Alman vatandaşlarının tamamına yakını “rövanş almak” üzere savaşı destekliyordu, Fransız ve İngiliz kamuoyu ise Orta Avrupa için yeni savaşa karşıydı. Hitler bu müthiş avantajın farkındaydı.  

Savaş tehdidi, 1936 yılında başlamış olan İspanya İç Savaşı’nda sergilenen ve yıkıcılığı ispatlanan yeni Alman uçak ve tankları ile güçlendiriliyordu. Almanlar, I. Dünya Savaşı’nda muazzam ölü ve yaralı (ki yaralılar çoğu geri dönülemez bir şekilde sakatlanan askerlerdi) kayıplar vermiş Fransız ve İngiliz toplumlarının savaşa karşı isteksizliklerinin farkındaydı. Fransızlar savaştan nüfusuna oranla müthiş kayıplar vermişti. Halk Orta ve Doğu Avrupa’daki sınır çekişmeleri yüzünden savaşa girmeye kesinlikle karşıydı. Üstelik Fransa savaştan muzaffer olarak çıkmış ve Almanya’ya 1871’de kaptırmış olduğu Alsace-Lorraine bölgesini geri almıştı. Fransızlar 1914’te savaşa ne kadar istekliyseler, 1938’de savaşa o kadar karşıydı. Üstelik Fransız siyaseti iyice bölünmüş, 1871’de tamamen ezildiği zannedilen komünist-sosyalist akımı ülkede iyice güçlenmişti.  

İngilizler ise I. Dünya Savaşı’ndan muzaffer çıkmalarına rağmen, 1930’lu yıllarda üzerinde güneş batmayan imparatorluğun büyük jeopolitik ve ekonomik sorunları vardı. Ülke, savaşın maddi gücünü sırtlayarak, küresel ekonominin en büyük dış yatırımcılığından, muazzam borcu olan bir ülkeye dönüşmüştü. Üstelik bu borcun (ki büyük bir çoğunluğu Amerikan bankalarına idi) ödenebilmesi, Almanya’nın savaş tazminatlarını ödemesine ve en büyük ticaret ortağı olan Almanya’nın ekonomisinin canlılığına bağlıydı. İngilizlerin gözleri Çekoslovakya’da değil, Hindistan’da giderek gücü artan ve neredeyse dokunulmaz hale gelen Mahatma Gandhi’de idi. Üstelik İngiliz Uzakdoğu sömürgelerine yönelik bir Japon taarruzu olması halinde bu varlıklar savunulamaz durumdaydı.

Chamberlain ilk olarak 16 Eylül’de Berchtesgaden’a uçarak Hitler ile görüştü. Geri dönüşünde Fransızları Hitler ile sözel olarak yaptıkları anlaşma konusunda ikna etmeye çalıştı. Fransızlar savaşa girmek yerine, İngilizlerin ödün vermeyi kabul ettikleri anlaşmayı gizlice kabul etmeyi tercih etti. Bu sayede tavizi İngilizler vermiş olacaktı.   

İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain ve Fransız Başbakanı Eduoard Daladier prensip olarak Südetenland’ın Almanya’ya teslimini kabul etmişti. Ancak Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Edvard Benes ve Çek ordusu askeri olarak direnmeye kararlıydı.

Hitler, Berlin Sportpalast’taki söylevinde Çekoslovakya’ya 28 Eylül’e kadar mühlet vererek, savaşın kaçınılmaz olduğunu tamamen histeri altındaki topluluğa açıklarken, İngiliz başbakanı bir kere daha Almanya’ya uçarak, Hitler ile 22 Eylül’de Godesberg’de buluştu.

Chamberlain bu kez Hitler’e istediklerini verdiğini düşünüyordu. Alman diktatörü bu kez yeniden oyundaki bahsi arttırdı: Çek ordusu derhal Südetenland’ı boşaltacak ve bölgede derhal hukuki birleşmeye yönelik referandum yapılacaktı. İş Alman asıllıların otonomi ve eşit hakları meselesinden çıkmış, bölgenin derhal Almanya’ya hukuki ilhakı işine dönmüştü. Üstelik Alman diktatörü Südetenland’da çıkan karışıklıklarda ölen Almanlar nedeni ile Çekoslovakya’nın tamamen parçalanmasını talep etmeye başlamıştı. Daha sonra karşılanamayacak bu talebini sanki bir ödün vermişçesine geri çekti.  

Bu kez İngiliz kabinesi başbakana karşı açıkça kazan kaldırdı. Savaş kaçınılmaz gibiydi. Londra Hyde Park’ta bir hava indirme taarruzu için önlemler alınırken, İngiliz donanması teyakkuza geçti. 

Bu kez Chamberlain ve Daladier savaştan kaçınmak üzere, İtalyan liderinin teklifi ve Alman diktatörünün daveti ile bu kez Münih’e uçtu. Almanlar bu son konferansı son barış ümidi olarak sunmuştu. Münih’in seçilmesi bir tesadüf değildi. O günün koşullarına göre Londra’dan 6.5 saat uçuş ile Münih’e gelecek İngiliz başbakanı 69 yaşındaydı ve sağlığı yerinde değildi. Üstelik Chamberlain Eylül ayında tam üç defa Almanya’ya uçmuştu ve uçak yolculukları o dönemde oldukça yorucu ve rahatsızdı.                 

Avrupa’da müthiş bir iyimserlik ve coşku doğmuş, barışın elde edildiği varsayılmıştı. Ancak bu illüzyon sadece 6 ay sürecekti. Aşağıda Chamberlain’in Londra’ya dönüşünde imzalı anlaşmayı basın mensuplarına göstererek, “barışı kazandık” demesi son derece anlamlıdır. Aşağıda meşhur Chamberlain Ailesi’nin mensubu İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain’in yeni evlenmiş bir hanımın evlilik cüzdanını mutluluk ile sallarcasına anlaşmayı basın mensuplarına göstermesi dönemin en unutulmaz kareleri arasındadır.

Mart 1939’da Hitler kansız bir şekilde Slovakları Çeklerden ayıracak, bu şekilde de Çekoslovakya’nın artık hukuken var olmadığını iddia ederek, Çek Cumhuriyeti’nin kalanını işgal edecekti. Amacı toprak kazanmak değildi. Alman ekonomisi Nazilerin berbat yönetimi ve 1929 Büyük Buhranı’nın etkileri ile beş yılda tamamen çökmüştü, Alman sanayisi durmak üzereydi, çünkü ülkede hammadde ithalatı yapacak döviz kalmamıştı.

Almanlar çaresizlikten silah sanayisi ürünlerini ve bazı ileri düzey silah planlarını hammadde ithalatı için barter ediyordu. Hitler’in derdi Çek toprakları değil, Çek sanayisinin hammaddeleri ve Çek hükümetinin altın varlıkları idi. Bu neden ile Alman ordusu direniş görmeden Prag’a girdiğinde, yolculuğu asla sevmeyen Alman diktatörü alelacele Prag’a gelerek, Çek Merkez Bankası’nı teftiş etmiş idi.

İngilizler ve Fransızlar fena yanılmıştı. Alman diktatörü, oyun teorisinin akademik anlamda yanına yaklaşamayacak bir profildi. Düşünce sistemi 1900’lü senelerin başında Viyana’da çektiği müthiş sefillik ve 1918’de İngiliz topçusunun hardal gazı mermilerinin kendisini geçici olarak kör ettiği ve sonradan Doğu Almanya’da bir psikiyatri kliniğine yattığı olaylar nedeni ile sakatlanmıştı.

Ama oyun teorisinin inceliklerini 1920’li yıllarda iç siyasetin basamaklarını tırmanırken öğrenmişti.  

1939 yılının yaz aylarında bu kez hedef Polonya idi. Bu kez Fransa ve İngiltere, Münih’te uğradıkları hezimeti Almanya’ya karşı Polonya’ya tam ve koşulsuz garanti vererek telafi etmeyi düşünmüşlerdi.  Ancak 1939 sonunda bu iki ülke Almanya’ya karşı bu garantilerini askeri anlamda yerine getiremez durumda idi. Çünkü 1938 Mart-1939 Eylül’ü arasında Alman sanayisinin kapasitesi büyük ölçüde silahlanmaya tahsis edilirken, milyonlarca Alman piyadesi 1935 yılından itibaren eğitilmiş durumdaydı. Üstelik İspanya İç Savaşı’nı Alman yanlısı General Franco kazanmış, Fransızlar dehşet içinde arkalarında bir de Alman müttefiki bir İspanya gerçeğini fark etmişlerdi.

Daha da önemlisi Münih rezaletini görmüş olan Sovyetler Birliği (kendisi konferansa davet dahi edilmemişti) Batılıların kendisini bir sonraki sefer tabakta kendisini, Hitler’e ikram edeceğini düşünerek, Ağustos 1939’da Almanya ile gizli bir anlaşma yapacaktı. Sovyetler Birliği, Almanya ile anlaşarak şimdilik kendisini bir taarruz hedefi olmaktan çıkarttığı gibi, bu anlaşma ile Doğu Polonya ve Baltık Cumhuriyetleri’ni işgal edebilmek üzere Berlin’in onayını almıştı.

II. Dünya Savaşı, 1 Eylül 1939’da Almanların Polonya’ya verdikleri “Polonya Koridoru” hususundaki ültimatomun süresi sonunda başlayacaktı. Fransız ve İngilizler, yapmamaları gereken çok kritik bir hata yaparak Sovyetler Birliği’ni Almanya’nın kucağına atmış, bir de rakiplerinin yine blöf yaptığını düşünmüştü. Halbuki Eylül 1939’da Almanya’nın elindeki kağıtlar oldukça iyiydi:

  • Ren Bölgesi’nde batı sınırını koruması için inşa edilen meşhur Siegried Hattı artık operasyoneldi.
  • Sovyetler Birliği ile yapılan anlaşma ile Almanya doğu sınırlarını güvenceye almış, üstelik bu ülkenin devasa hammadde kaynaklarına yapılan ticaret anlaşması ile erişebilir durumdaydı. İngiliz donanmasının ablukası, Alman ekonomisine zarar veremeyecekti.
  • Almanya işgal etmediği tüm Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini 1939 yılına kadar kendine müttefik yapmıştı: Slovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, vs.
  • Avusturya ve Çek toprakları, nüfusu ve sanayi kapasitesi 1939 Eylül’ünde artık Almanya’nın emrindeydi.  
  • Alman yeni nesil silahları ve yeni savaş doktrini İspanya’da sınavı vermişti.

Tarih, 1936’da Almanlar Ren Bölgesi’ne doğru düzgün motorize gücü ve ağır silahı olmayan 3,000 askeri soktukları zaman, binlerce ağır topçu silahı ile sınırda bekleyen Fransız ordusunun müdahale etmemesi ile değişmişti.

Rakipleri Alman diktatörünün oyun biçimini, Mart 1939 gibi çok geç tarihte Çekoslovakya’nın parçalanması ve işgali ile anlamıştı. İronik olan nokta ise, İngilizler ve Fransızlar bu tarihte iyice güçlenmiş ve dişine kadar silahlanmış Almanya’nın restini bu kez blöf olarak görecek ve II. Dünya Savaşı artık kaçınılmaz olacaktı. Oyun teorisinde yapılacak en büyük hata tamamen güçlü bir oyuncunun restini doğrudan görerek, eli arttırmaktır. İşte İngiliz ve Fransızlar tam da bu büyük hatayı yapmıştı.

Eline doğru düzgün kâğıt gelmemiş eski bir sokak ressamı, 1933-1938 arasındaki poker oyununda  Sir Anthony Eden, Edouard Daladier, Neville Chamberlain gibi entelektüel rakiplerini iyi seçilmiş blöf ve restler ile yenmeyi becermişti.  Her zaman ilk hamleyi yapmış, her hamle ile savaş tehdidi ve barış umudunu bir arada kullanmış, küçük ve geçici ödünler vererek, rakiplerinden kalıcı ve daha değerli ödünler almıştı.  

Daha da önemlisi Alman diktatörünün 1933-1938 yılları arasında dış politikada hedefi belli idi. Almanya’yı Versay ile kuşatmış olan jeopolitik zincirin halkalarını tek tek kırdıktan sonra, diplomatik kazanımlarını daha da öteye taşımıştı. Avusturya’yı ve Çekoslovakya’nın Çek kısmını (bugünkü Çek Cumhuriyeti) ilhakı bu yönde atılmış adımlardı.

Fransız ve İngilizler, ellerindeki tüm stratejik kartları tek tek herhangi bir somut amaç olmaksızın harcamışlardı. Bu kartları harcarken barışı muhafaza edeceklerini düşünürken, tam tersine savaşı hedefleyen rakibini daha da güçlendirmişlerdi.

Alman diktatörünün bu uzun poker partisindeki en temel hatası oyundan kalkmayı göze alamamasıdır. Her ne kadar Almanya 1939 yılı yazında rakiplerini dehşete düşürecek ölçüde silahlanmış olmasına rağmen, Alman genelkurmayı gerçeklerin farkındaydı. Alman ordusu tüm ihtişamına rağmen birkaç panzer tümeni ve hava kuvvetleri dışında bir dünya savaşına hazır değildi. 1939 yazında Almanya Polonya’ya ültimatom verdiğinde, İngiltere ve Fransa’nın diplomatik anlamda geri adım atacak alanı kalmamıştı. Bu anlamda Hitler savaş dışında Batılı Müttefiklere seçenek bırakmamıştı.

II. Dünya Savaşı’nın getirdiği muazzam yıkım, büyük insani kayıplar ve soykırım 1936’da Ren Bölgesine giren Alman askerlerinin kansız bir şekilde geri püskürtülmesi ile önlenebilirdi.

Son fırsat ise 1938’de Fransa ve İngiltere’nin Sovyetler ile değil Almanya ile anlaşmayı tercih etmesi ile kaçmıştı.

Burak Köylüoğlu

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!