Türkiye Yeni Dünya Düzenini Doğru Okuyor mu?

Burak Köylüoğlu

24 Haziran 2018 seçimlerinin bitmesi ile seçim sonucunu tek bir cümle ile yorumladım: “En iyi seçim, bitmiş seçimdir.” Üç aylık seçim süreci hiçbir şekilde ilgimi çekmedi çünkü ekonomi hariç Türkiye’nin temel parametrelerinde herhangi bir değişiklik gözlenmiyordu.

Ekonomideki hızlı bozulmanın sonuçlarını doğru okuyan hükümet, destekçisi olan partiler ile beraber erken seçim kararı alarak, seçimden en az kayıp ile yeniden iktidar oldu. Karşısındaki muhalefet ise taktik anlamda bazı doğru hamleler yapmasına rağmen, bu hamleler Türkiye’nin demografik rüzgarını (muhafazakar ve milliyetçi siyasi görüşü destekleyen halk çoğunluğu) arkasına almış ve iç siyasette ustalık düzeyine ulaşmış iktidar koalisyonu karşısında yetersiz kaldı.

Her neyse, bana çok heyecan vermeyen ama bir özet olarak geçilmesi gereken iç siyasetin gerçeklerini kısaca anımsayarak; Türkiye’nin ekonomik yapısını ve iş dünyasını doğrudan etkileyen küresel gelişmelerin analizine başlayalım.

Bu analizi sizi çok sıkmadan bir parça geriye dönerek yapmaya çalışacağım.

Küresel ekonomideki eğilimleri yanlış okumak riskleri önemli ölçüde arttırdı.

Her küresel ekonomik krizin önemli siyasi sonuçları olur. 1873 Long Depression ismi ile bilinen ekonomik krizin etkilerini o dönemde sönümleyecek bir ekonomik sistemin olmaması sonucunda; dönemin büyük güçleri yeni bir sömürgecilik ve silahlanma yarışına girmiş, bu amansız yarış Kıta Avrupa’sının jeopolitik sisteminde yer alan yaralar ile birleşerek I. Dünya Savaşını (1914-1918) tetiklemiştir.

I.Dünya Savaşı’nın sonuçlarının ekonomik ve siyasi olarak çözümünü amaçlayan 1919 Paris Konferansı kalıcı bir düzen kurmamış, sadece bir soluklanma süreci yaratmıştır. Bu soluklanma süreci 1929 Büyük Buhranı (Great Depression) ve 1920’lerden başlayarak 1930’lu yıllara giden süreçte Almanya, İtalya ve Japonya’nın faşizm ve aşırı milliyetçi akımlara teslim olması ile beraber sarsılmış ve en sonunda II. Dünya Savaşı çıkmıştır.

II. Dünya Savaşı’nın kaderinin çoktan kesinleştiği 1944 yılında; ekonomik bir sistem olarak Bretton Woods Sistemi ile bu sistemi oluşturan (IMF, World Bank, IFC, vs.) kurumların temeli atılmıştır. Siyasal olarak, savaşın beş lider ülkesi olan ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa’nın kritik kararlarda veto hakkına sahip olduğu Birleşmiş Milletler kurulmuştur. II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından başlayan Soğuk Savaş ise NATO ve Varşova Paktı gibi devasa askeri paktları küresel sisteme eklemiştir.

Bretton Woods Sistemi 1971 yılına kadar Batı Dünyası’na ekonomik gelişme ve stabilite getirmesine rağmen, II. Dünya Savaşı’nın mağlupları olan Almanya ve Japonya’nın hızla kalkınarak Batı Dünya’sı içinde yüksek cari fazla vermesi ve bu fazlanın denklemdeki karşılığının ABD’de sürdürülemez bir yüksek cari açığa neden olması ile çökmüştür.

Bu çöküşün bir nedeni de ABD’nin 1960’lı yıllarda büyük bir bütçe açığı yaratan Vietnam Savaşı’na girmesidir.

Bretton Woods Sisteminin çöküşü (ve ABD Dolarının serbest dalgalanmaya bırakılması) ve 1973 Arap-İsrail Savaşı’nın tetiklediği petrol ambargosu ile beraber 1970’li yıllar Batı Dünyası için yüksek enflasyon, yüksek işsizlik ve durgunluğun bir arada yaşandığı bir dönem olmuştur.

Bu dönemin en çarpıcı örneklerinden biri de İngiltere’nin IMF kapısını çalmak (1976) zorunda kalmasıdır.

1980’li yıllarda Milton Friedman’ın (ki Reagan ve Thatcher’ın danışmanlığını yapmıştır.) kavramsal öncülüğünü yapmış olduğu Neo-liberal politikalar Batı Dünyası’na yeni bir dinamizm getirmiştir. Bu politikalar; piyasanın görünmez elinin ekonomiyi efektif bir şekilde düzenleyeceğini varsayan, kamunun ekonomideki rolünü özelleştirmeler ve deregülasyonlar ile azaltan, arz yönlü ekonomi ile (supply side economics) yüksek büyüme ve düşük işsizlik dengesini amaçlayan temele sahip idi. Bu politika 1980’li yıllarda Batı Dünyasına yeni bir ekonomik dinamizm sağlayarak, Soğuk Savaşı kazandırırken; 1990’lı yıllardan itibaren de Küreselleşme akımının önünü açmıştır.

Ancak bu politikanın yarattığı dengesizlikler; 1987 Kara Pazartesi olayına, 1990 Japonya varlık balonuna, 1997 Asya Krizi, 2000 Dot.com çöküşüne ve 2008 Küresel Ekonomik Krizine yol açtı.

Türkiye de bu politikanın “şark versiyonunu” 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ve 12 Eylül 1980 Darbesi ile uygulamaya başladı.

Türkiye bu politikanın temeli olan “laissez faire” ilkesini; (bırakınız yapsınlar); tamamen kontrolsüzlük, rant paylaşımı ile ahbap çavuş kapitalizmi (crony capitalizm) yorumu ile uygulamıştır.

1950’li yıllardan beri ekonominin yakasını bırakmayan bu hastalıklar, 1980’li yıllardan itibaren daha da büyüdü ve her iktidar değişikliğinde yeni bir safhaya ulaştı.

Sonrası ise malumdur: 1991, 1994,1998-1999, 2000-2001 ekonomik krizleri ile 2013’den sonra bozulan ekonominin temel nedeni bu temel zaafiyetlere dayanmaktadır.

2008 Küresel Ekonomik Krizinden sonra Batı Dünyası (ve Japonya) QE ve QQE olarak bilinen parasal genişleme politikaları ile krizin oluşturduğu zararı parasallaştırarak sönümledi.

Türkiye ise bu krizin neden-sonuç ilişkisini ve siyasi, sonuçlarını kavrayamadı. 2008 krizinin küresel sistemde oluşturduğu zararının parasallaştırılarak, bu zararın etkilerinin ertelenip, bilanço daratılması ve faiz artışı ile en nihayetinde dağıtılacağını öngöremedi.

İşte bu süreç 2013 “taper tantrum” vakası ile başladı. FED parasal genişlemenin sona ereceğini, bilanço küçültmeye başlayacağını ve faiz arttıracağını duyurdukça, kademe kademe bol ve ucuz para döneminin perdesi kapanmaya başladı. Türkiye ise 2013-2018 döneminde tasarrufları arttırmak, döviz geliri- döviz gideri arasındaki makası kapatmak ve elindeki sınırlı kaynakları teknoloji, eğitim ve bilime aktarmak ve yüksek enflasyonu %5’li düzeylere düşürmek yerine; tüketim ve ranta dayalı ekonomik büyüme modelinde devam etmekte ısrarcı oldu.

Aslında bu tercih dünyayı yanlış okumanın başka bir yansıması idi. Türkiye’ye göre çok daha yüksek gelire sahip Batı Dünyası aynı dönemde sadece Küresel Ekonomik Krizin etkilerini büyük ölçüde atlatmakla kalmamış, aynı zamanda kurumsal yönetimden, bilişime; üretim süreçlerinden malzeme bilimine kadar pek çok konuda önemli ilerlemeler sağlamıştı.

Dünya’da jeopolitik riskler artarken, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı riskler de artmıştır.

Türkiye’yi doğrudan etkileyen üç önemli jeopolitik risk mevcuttur. Bunlardan ilki ABD-Çin rekabeti ve sürtüşmesi, ikincisi Ortadoğu’daki rejim değişiklikleri ve devletlerin mikro milliyetçilik akımları ile parçalanması, üçüncüsü ise Rusya Federasyonu’nun eski Sovyetler Birliği etki alanında yer alan bölgedeki nüfus kazanma hamleleridir.

ABD-Çin ilişkileri, 1971’de Nixon’ın Pekin ziyareti ile yeni baştan oluşturulmuştur. ABD büyük bir ustalık ile iki dev komünist ülkenin (Sovyetler Birliği ve Çin) arasındaki ideolojik ve jeostratejik çatlağı analiz ederek; 1949 yılından itibaren ilişkilerin koptuğu, 1950-1953 arasında doğrudan savaştığı (Kore Savaşı) Çin ile normalleşme sürecini başlatmıştır. ABD’nin Çin’i Sovyet Blokundan uzaklaştırma başarısı, Soğuk Savaşın en önemli zaferlerinden biridir.

Çin’in kapitalist dünyanın gerçek anlamda bir parçası haline gelişi 1990’dan sonradır. Çin’in rolü tam da arz yönlü ekonominin prensiplerine uymaktadır. Batı Dünyası, arz yönlü ekonomi prensiplerine uygun olarak; Çin’in ucuz ve çalışmaya muhtaç ve hevesli iş gücünü; Batı’nın sermayesi ve teknolojisi ile birleştirerek; müthiş bir üretim kapasitesi yaratmıştır.

Bu sermaye ve teknoloji aktarımı, başlangıçta kontrollü ve belli üretim süreçlerini “outsource” edilerek olmasına rağmen, Çin’in kendi R&D programı ve reverse engineeering süreçleri ile Batı Dünyası’nın teknolojisini ve yöntemlerini hesap edilenden daha hızlı bir şekilde edinmesi hesapları ve dengeleri bozmuştur.

Aslında tarih bir şekilde tekerrür etmişti…

Sanayi Devriminin başında “Dünya’nın atölyesi” olarak adlandırılan İngiltere, üretimdeki öncülüğünü, I. Dünya Savaşı öncesinde Almanya ve ABD’ye nasıl bıraktıysa; ABD’de de üretim gücünün bir bölümünü 1960’lı ve 1970’li yıllarda Almanya ve Japonya’ya bırakmıştır.

1990’lı yılların sonundan itibaren de Batı Dünyası üretim fonksiyonunu Uzakdoğu’ya ve özellikle Çin’e kaydırır duruma gelmiştir. Çin’in ekonomik bir dev haline gelmesinin siyasi ve askeri sonuçları özellikle 2008 krizinden sonra hemen hissedilir hale geldi. Çin-Rusya ekseni, Batı Dünyasına karşı yeni bir gerçek haline gelirken, bu eksen Orta Asya Ülkelerini ve İran’ı da kendisine taraftar etti. Çin-Rusya ekseni Afrika’dan Ortadoğu’ya; Latin Amerika’dan Türkiye’ye kadar önemli ilişkiler kurdu.

Çin-ABD çekişmesinin en önemli sonucu Dünya’da korumacılığın yükselmesi oldu. Zaten ara sanayi ürünleri ihracatı koridoruna sıkışmış, Dünya çapında tek bir anlamlı B2C markası bulunmayan, yüksek fiyat esnekliğine sahip mal ve hizmetler üreten Türkiye’nin işi daha da zorlaştı.

Türkiye’nin global politikaya bakışındaki zayıflık, 2008 sonrası ekonomik ve siyasi düzene tamamen hazırlıksız girmesine yol açtı.

Türkiye’nin Ortadoğu politikası ise tam bir fiyasko olmuştur. Gerçi bu politik hatalar daha Menderes Hükümeti zamanında başlamış, ABD ve İngiltere’nin ittirmesi ile CENTO’ya üye olunmuş, CENTO macerası ise kısa sürede tam bir başarısızlık ile sonuçlanmıştır.

Daha büyük hatalar dizisi ise Özal Hükümetleri döneminde yapılmış, Suriye’deki muhaliflerin 1980’lerde desteklenmesi karşılığında, Hafız Esad (Baba Esad) yönetimindeki Suriye de ayrılıkçı bölücü terör örgütünün Yunanistan ve Sovyetler Birliği ile beraber ilk destekçileri arasında yer almıştır. Özal’ın Ortadoğu politikasındaki hatalar dizisi Irak politikası ile devam etmiş ve sonuçta Irak fiilen parçalanarak Irak’ın kuzey bölgesinde Türkiye için kontrol edilemeyen ve hasım bir ortam oluşmuştur. Aynı hata dizisinin, “derin bir stratejik yanılgı” ile 2000’li ve 2010’lu yıllarda da devam ettirildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Son yılların hediyesi ise Türkiye’nin demografik sorunlarına ilave olan 3.5 milyon göçmen olmuştur.

1950’li yıllardan beri aynı hatanın tekrarlanmasının nedeni Sykes-Picot protokolü ile yaratılmış Ortadoğu statükosunun değişmesinin Türkiye’nin faydasına olacağı inancıdır. Sykes-Picot protokolü her ne kadar I. Dünya Savaşı sonrası bölgenin İngiliz-Fransız güç alanlarına nasıl bölüneceğini tanımlasa da, sonradan bu protokolün çizdiği alanlara kurulmuş olan devletler mikro milliyetçilik akımları sonucu parçalandığı zaman, Türkiye sınırlarında kontrolsüz ve düşman terör gruplarının kontrol ettiği bir takım kantonlar oluşmaya başlamıştır.

Ortadoğu’da taraf olmamanın mantığını Atatürk henüz genç bir subayken 1905 yılında sürgüne gönderildiği Suriye’de anlamıştı. 1950’li yıllardan günümüze kadar iktidarda olan siyasiler, Atatürk’ün Suriye hatıralarını okumuş olsalardı, eminim ki Ortadoğu’da siyasi olarak tarafsız ve ticareti ön planda tutan bir politika izlerlerdi.

Türkiye son 40 yılda Avrupa’nın Güney Kore’si olma fırsatını kaçırmıştır.

Türkiye 1960’lı yıllardan beri inişli çıkışlı yürüyen AB üyeliği sürecini ne yazık ki tamamlayamadı. AB üyeliği yolundaki müzakere süreci, demokratik prensiplerin oluşturduğu temele dayalı modern bir devlet yapısına ulaşma anlamında faydalı bir araç olması gerekirken; müzakere sürecinde Türkiye giderek Kopenhag kriterlerinden uzaklaştı. Halbuki AB müzakere sürecini; AB’ye üye olmak hedefi yerine modern ve nitelikli bir kamu ve özel sektör yapısına ulaşmak olarak görseydik, bugünkü Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve sosyal yapısı çok daha farklı olurdu.

ABD’nin siyasi ve ekonomik gücünü hesaba katmadan karşılıklı satranç oynamak iyi bir fikir değildir.

Uluslararası güç dengesini yorumlayan kimi uzmanlar, bu düzeni bir satranç oyununa benzetirler. Eski bir turnuva oyuncusu olarak, bu benzetmeyi çocukça bulurum. Satranç, beyaz taşlarla oyuna başlayan oyuncunun bir hamlelik üstünlüğü dışında, eşit taşlarla oynanan bir oyundur. Uluslararası güç mücadeleleri bir satranç veya “Go” oyunundan çok, çeşitli sıkletler ve kondisyon niteliğine sahip boksörlerin bir arada mücadele ettiği bir arenaya benzer. Doğaldır ki bu arenadaki en ağır sıklet boksör ABD’dir.

ABD’nin yükselişi, modern insanlık tarihinde başka örneği olmayan bir hikayedir. İnsanlık tarihinde kuruluşundan itibaren askeri, siyasi ve bilimsel anlamda hep ileriye giden ve bu momentumu her zaman korumayı başaran tek örnektir.

ABD ve Türkiye ilişkileri 1946’dan beri inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Soğuk Savaş’ın başlaması ile beraber Türkiye Batı kampına sığınarak sert bir Sovyet müdahalesinden kurtulmuş ancak bu sığınmanın bedelini siyasi, ekonomik ve sosyal anlamda artan ABD etkisi ile ödemiştir.

Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin değeri, NATO ve ABD açısından şu kritik faktörler ile ölçülüyordu:

  1. Konvasiyonel bir III. Dünya Savaşında, Türkiye Trakya ve Doğu Anadolu’da oluşacak cephelerde mümkün olduğunca fazla Varşova Paktı askeri gücünü bağlayacak ve savaşın can alıcı cephesini teşkil eden Almanya ve Orta Avrupa eksenlerinde gerçekleşecek ezici Sovyet gücünün taarruzu bu yol ile zayıflatılacak idi. Tabii bu durumda İstanbul dahil Trakya’nın ne duruma geleceğini okuyucularımın takdirine bırakıyorum.

  2. Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nin dibinde batmaz bir uçak gemisi olarak konumu kullanılarak NATO, Sovyetler Birliği’nin güneyine etkili hava taarruzları düzenleyecekti.

  3. Savaş anında Boğazlar kapatılarak Sovyet Karadeniz Donanması’nın hareket etmesi sınırlanacaktı. Bu durumda Sovyet Donanması doğal olarak İstanbul’u ve Karadeniz illerimizi hedef alacaktı.

  4. Eğer savaş nükleer bir evreye tırmanır ise, Türkiye’de konuşlu taktik nükleer silahlar ile, vuruş süresi kısa sürede Sovyet füze üslerine taarruz edilecekti.

Yukarıdaki nedenlerden dolayı ABD Türkiye kartını, Sovyetler Birliği yıkılana kadar hiçbir zaman elinden bırakmak istemedi. Bu kartı istediği gibi kullanmak için II. Dünya Savaşı’nın mağlupları olan Almanya ve Japonya ile olası bir işgalden kurtarmış olduğu G.Kore’yi yönettiği gibi Türkiye’yi yönetmeye gayret etti.

Soğuk Savaş’ın sonrasında ABD’nin Türkiye konusundaki temel stratejisi Ortadoğu eksenli hedefleri ile uyumlu oldu.

Türkiye’nin üzerindeki ABD etkisini azaltması; Almanya, Japonya ve kısmen G.Kore örneklerinde olduğu gibi sabırla ekonomik gücünü ihracat ağırlıklı bir politika ile arttırarak, düzenli cari fazla vermesi ve yaratacağı cari fazla ve akıllıca alınan dış borçlar ile bir sonraki kuşak sanayi yatırımlarını finanse etmesi ile mümkün olabilirdi. Bu politikanın temel bileşeni iç tüketimi ve kamu harcamalarını sınırlayıp, değeri düşük tutulan TL ile sanayi kapasitesini ihracata yönlendirmek olurdu. Bu yöntem son 70 yılda hiçbir zaman denenmedi.

Bugün ise GSYH’nın %7’sine ulaşmış cari açık ve -401 milyar USD’lık uluslararası yatırım pozisyonu ile ABD’nin taleplerine ve temel Ortadoğu stratejisinin tamamına doğrudan karşı durmaya çalışıyoruz.

Dünya ağır sıklet şampiyonuna karşı, hafif sıklet bir ağırlık ile ve kondisyonsuz çıkmak yerine maçı kabul etmemek daha doğru olurdu.

Türkiye’nin bu safhadan sonra atması gereken adımlar, orta ve uzun vadede Batı Dünyası’nın hukuki, sosyal, bilimsel ve ekonomik başarısının temel nüvelerini benimsemektir. Türkiye’nin bu adımları atması, Batı Dünyası’nın üstünlüğünü ve egemenliğini kabul ettiği anlamına gelmez. Bu yol Batının büyük bedeller ile öğrendiği dersleri bedelsiz olarak uygulamak anlamına gelir.

Bu yazımı meşhur stratejist, Çöl Tilkisi lakaplı Mareşal Erwin Rommel’in tarihi sözleri ile bitireyim.

“Kazandığın taktirde hiçbir şey elde etmeyeceğin bir savaşa (mücadeleye) girme!”

Bu yazıyı beğendiyseniz; kaynağını belirterek paylaşabilirsiniz.

Burak Köylüoğlu

 

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!