Küresel Düzenin Hikayesi, XVIII. Bölüm, Yıldırım Savaşı (1939-1940)

Burak Köylüoğlu
  1. Küresel Düzenin Hikayesi, I. Bölüm, Westfalya Düzeni (1648-1789)
  2. Küresel Düzenin Hikayesi, II. Bölüm, Fransız Devrimi’nin Öyküsü  (1789-1799)
  3. Küresel Düzeninin Hikayesi, III. Bölüm, Napolyon Savaşları (1799-1815)
  4. Küresel Düzenin Hikâyesi, IV. Bölüm: Viyana Düzeni
  5. Küresel Düzenin Hikâyesi, V. Bölüm: Tek Kutuplu Dünya ve Pax Brittanica
  6. Küresel Düzenin Hikayesi, VI. Bölüm, Genç Amerika Birleşik Devletleri’nin Yükselişi
  7. Küresel Düzenin Hikayesi, VII. Bölüm, Devrimler Çağı ve Viyana Düzeninin Sonu
  8. Küresel Düzenin Hikayesi, VIII. Bölüm, Birleşik Almanya’nın Doğumu
  9. Küresel Düzenin Hikayesi, IX. Bölüm, Çok Kutuplu Dünyanın Doğumu ve Yeni Emperyalizm Çağı (1861-1899)
  10. Küresel Düzenin Hikayesi, X. Bölüm, Büyük Savaşa Doğru (1899-1914)
  11. Küresel Düzenin Hikayesi, XI. Bölüm, Dünyayı Değiştiren Yüz Gün, I. Dünya Savaşı Başlıyor
  12. Küresel Düzenin Hikayesi, XII. Bölüm, Büyük Savaş (1914-1918)
  13. Küresel Düzenin Hikayesi, XIII. Bölüm, Son Gambit ve I. Dünya Savaşı’nın Sonu
  14. Küresel Düzenin Hikayesi, XIV. Bölüm, Versay Düzeni
  15. Küresel Düzenin Hikayesi, XV. Bölüm, Çılgın 1920’li Yıllar
  16. Küresel Düzenin Hikayesi, XVI. Bölüm, Büyük Buhran ve Hayallerin Sonu (1929-1934)
  17. Küresel Düzenin Hikayesi, XVII. Bölüm, II. Dünya Savaşı’na Doğru (1935-1939)
  18. Küresel Düzenin Hikayesi, XVIII. Bölüm, Yıldırım Savaşı (1939-1940)
  19. Küresel Düzenin Hikayesi, XIX. Bölüm, Küresel Savaşa Doğru (1940-1941)
  20. Küresel Düzenin Hikayesi, XX. Bölüm, Devlerin Savaşı

Küresel düzenin nasıl oluştuğunu anlattığım yazı dizisi 18. bölüm ile devam ediyor.

II. Dünya Savaşı modern dünyanın oluşumundaki en önemli olaydır. Bu savaş tüm dengeleri altı içinde baştan aşağıya yeniden tamamlayacaktı.

Savaşın başında ileride iki kutuplu dünyanın süper güçleri olacak ABD ve Sovyetler Birliği tarafsız konumda idi. Almanlar ise 1935-1939 yılları arasında yaptıkları kapsamlı hazırlık ile, 1 Eylül 1939’da Britanya İmparatorluğu, Fransa ve Polonya’nın karşısında savaşa çok daha hazır durumdaydı. İngiliz ve Fransızlar kapsamlı olarak silahlanmaya, 1939 yılı başında başlamışlardı.

Savaş başladığında Fransızlar, meşhur Maginot Hattı arkasında stratejik savunmaya çekilirken, İngilizler 1914’te olduğu gibi Fransa’ya güçlü bir sefer gücü göndermiş, İngiliz ve Fransız donanmaları Atlantik ve Kuzey Denizi’nde Almanya’yı abluka altına almışlardı.

Fransızlar yaklaşık 500 km. uzunluğundaki Alman-Fransız sınırında tam 9 yılda inşa ettikleri Maginot savunma sistemine epeyce güveniyordu. Tam 55 milyon ton çelik ve milyonlarca metreküp betonun kullanıldığı bu sistem, 1942 yılına kadar dünyanın en muazzam savaşı olarak kabul edilen 1916 tarihli Verdun Savaşı’ndan çıkarılan dersler ile yapılmıştı. Fransızların yaklaşımı duygusaldı. I. Dünya Savaşı’nda en büyük kaybı onlar vermişti. Nüfusları Almanların %60’ına denkti. I. Dünya Savaşı kayıpları Fransa’nın demografik yapısına kadar etki etmişti. Almanların I. Dünya Savaşı’nda endüstriyel Kuzey Fransa’da yol açtığı yıkım halen yakın ve acı verici bir anı idi. Bu bölgelerin imarı için akla sığmayacak bir bütçe olan 60 milyar altın frank harcanmıştı.Ancak bu devasa yatırımın bir bedeli vardı. Maginot Hattına harcanan ekonomik kaynaklar ile 55 tümenlik devasa bir silahlı güç donatılabilirdi.    

Bu arada Belçika ve Hollanda tarafsızlıklarını ilan etmiş, Fransız ve Almanlar karşılıklı olarak Maginot ve Siegfried hatlarında birbirine bakar durumdaydı. Batı Cephesi’ndeki bu garip duruma boşuna İngilizler “Phoney War, sahte savaş”, Almanlar ise “Sietzkrieg”, oturarak savaş” dememişlerdi.

Almanlar Polonya’daki taarruzlarındaki benzersiz bir şekilde başarılı olmuşlardı. Panzer tümenlerinin, taktik hava gücü desteği ile kullanılması ile Polonya hızla ezilmişti. Polonyalılar 1919-1920 yılında Almanlardan kaptıkları, ülkenin en büyük endüstriyel zeminini oluşturan Batı Polonya’ya tüm askeri varlıklarını yığmasına rağmen, bu bölge sayıca ve ateş gücü olarak üstün Alman kuvvetlerinin konuşlandığı Batı Pomeranya, Doğu Prusya ve Silezya arasında bir sandviç pozisyonunda idi. Nitekim Batı Polonya’daki Polonya tümenleri üç bir yandan mızrak gibi fırlayan Alman zırhlı birlikleri tarafından çevrilerek imha edilmişlerdi.  

Almanlar dahi bu büyük zaferin bu kadar kısa sürede elde edilmesinden dolayı şaşkındı.   

Hitler geniş bir mahiyeti ile cepheyi ziyaret ettiği zaman, büyük miktarda tahrip edilmiş Polonya ordusuna ait araç, gereç, topçu ve motorize unsurlarını gördüğü zaman şaşkınlığını gizleyememiş ve XIX. Kolordusu komutanı General Heinz Guderian’a sormuştu: “Bunları kim tahrip etti? Stukalar (Junkers Ju-87 pike bombardıman uçakları) mı?”

Yıldırım Savaşı doktrininin babası ve ünlü teorisyeni Guderian’ın verdiği yanıt kısa ama yeterince açıklayıcı idi: “Hayır Führer’im, panzerlerimiz…” 

İngilizler ve Fransızlar batıda boş boş beklerken, Almanlar tank güçlerinin %85’ini Polonya’da kullanmıştı.

Alman harekâtı tankların topluca ve bir kama gibi kullanılmasının yanı sıra, silahlı güçlerin diğer unsurlarının bir arada uyum içinde işletilmesi ile düşmanının zayıf noktalarını parçalayarak, rakibine sadece muazzam kayıplar verdirmekle kalmıyor, düşman geri çekilip tutunacağı bir savunma hattı bulamıyordu.

Nazi rejiminin verimsiz ve karmaşık yapısına rağmen, Alman ordusu içinde durum farklı idi. Savaşın başında tümen komutanlarının dahi görülmemiş ölçüde yetkileri ve bağımsız hareket etme olanakları vardı.

Örneğin 1939 yılında sadece bir kolordu komutanı olan Korgeneral Heinz Guderian’ın emrinde, Almanya’nın tüm tank gücünün %15’i vardı. 

Batılı Müttefiklerin 1939-1940 tarihlerinde gerek tank gerek uçak gerekse topçu sınıfında ve asker sayısında Almanlara karşı üstünlükleri olmasına rağmen harekata geçmemesi büyük bir stratejik hatadır. İngilizler ve Fransızlar, Polonya’nın toprak bütünlüğünü koruma garantisi verdikleri için savaşa girmişti. Ancak Polonya’yı kurtarmak için 1939 yılında parmaklarını kıpırdatmamışlardı.

Daha da önemlisi savaş başladığı zaman Almanların sanayi merkezlerini koruyacak hava savunma kapasiteleri neredeyse yoktur. Radar istasyonları ve hava gücünü uyum içinde yönetecek komuta merkezleri henüz hazır değildi.

Hava gücü tamamen Polonya harekâtına tahsis olmuştu. Batıda Ruhr havzası başta olmak üzere, sanayi şehirleri etkisi tartışmalı uçaksavar bataryaları hariç hava saldırılarına karşı savunmasızdı.   

Alman endüstrisinin yoğunlaştığı Köln, Frankfurt, Stuttgart ve Münih şehirleri Fransız sınırına sadece 300-400 km. uzaklıkta idi. Müttefik uçakları savaşın başında Alman endüstriyel merkezlerini bombalamak yerine, Alman yerleşim alanları üzerine tonlarca propaganda mektubu boşaltıyordu. Oysaki aynı günlerde Almanlar, acımasızca Varşova dahil olmak üzere, Polonya şehirlerini bombalıyordu.

Üstelik Almanların batı cephesinde savunma savaşı dahi vermek zorunda kalmamaları, zaten kritik durumda olan yakıt stokları üzerinde bir etki yaratmamıştı.

Polonya seferi Almanlar için teknik anlamda iki haftada büyük ölçüde bitecek, Sovyetler Birliği Almanlarla olan gizli protokolleri çerçevesinde 17 Eylül 1939’da Polonya’ya girecekti. Stalin; Japonlar ile adı konulmamış bir şekilde yaklaşık beş aydır devam eden çatışmalar biter bitmez, Doğu Polonya’daki payını almak üzere hamlesini yapmıştı.

Almanların Polonya seferi başka bir dönüm noktasını oluşturacaktır. Naziler Polonya’da, Polonya’nın düşünce ve bilim alanında önde gelenlerini ortadan kaldırmaya başlamıştı. Savaş sırasında da Alman silahlı kuvvetlerine bağlı bazı birliklerin sivillere ve esir düşen Polonyalı askerlere karşı işledikleri savaş suçları ileride olacakların habercisi idi. 

Bu arada Nazilerin korkunç planları Almanya’da gizli gizli devreye sokulmuştu. Nazi bürokrasisi; zihinsel olarak engelli, ileri düzeyde doğuştan genetik rahatsızlıklara sahip Alman vatandaşlarını, Hadamar başta olmak üzere belli hastanelerde bir ötenazi programı ile ortadan kaldırmaya başlamıştı. Bu ötenazi teknikleri ileride Museviler başta olmak üzere, Sovyet savaş esirleri ve Nazilerin ortadan kaldırılmasını planladıkları insan toplulukları için soykırım planlarının başlangıcı idi.  Soykırımın bu ilk safhasının aslında herkes farkındaydı.

II. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar, özellikle “Kristalnacht” vakasına kadar, Museviler genel olarak Almanya’da sadece itilip kakılmış, sokaklarda dövülmüş ve zorbalığa uğramış, hatta münferit cinayetlere kurban gitmiş, bazılarının ise varlıklarına el konulmuştu. Artık Naziler savaş ilerledikçe soykırımı bir politika haline getirecekti.  

Batılı Müttefikler yaptıkları stratejik hatanın henüz farkında değildi.

Almanya, 1939 yılında 1914-1917 yıllarında olduğu gibi iki cepheli bir savaş açmazında değildi. Üstelik Almanlar Sovyetler Birliği ile yaptıkları anlaşma ile sadece Doğu Avrupa’yı aralarında bölüşmemişti. Almanlar muazzam miktarda savaş endüstrileri için hammaddeyi Sovyetler Birliği’nden temin ediyordu. Daha da önemlisi, İtalya, Almanya ile müttefik olmasına rağmen henüz savaşa girmemişti. Almanlar İtalya üzerinden, İtalyan limanlarına teslim edilen hammaddelere de ulaşır durumdaydı. Böylece Almanlara karşı deniz ablukası pek bir işe yaramıyordu. 

Bu arada Sovyetlerin 1939-1940 kışında Finlandiya’ya saldırmasının çok ilginç sonuçları oldu.

Sovyetler Birliği ve Finlandiya 1939 sonbaharında karşılıklı toprak takasını müzakere ediyordu. Stalin’in amacı Sovyetler Birliği’nin ikinci büyük şehri olan Leningrad’ın (bugün St. Petersburg) denizden ve karadan korunabilmesi için Fin-Sovyet sınırında karşılıklı toprak takası yapmaktı. Sovyetler Birliği’nin pek de karakterine uymayan cömert sayılabilecek öneriler, Finliler tarafından reddedilince, Stalin’in sabrı tükendi ve Sovyet orduları taarruza başladı.

Sovyet orduları, eski Rus imparatorluğunun bir parçası olan genç Finlandiya karşısında büyük kayıplar verdi. Ağır silahları, uçakları ve tankları olmayan Finliler, piyade desteği olmadan ilerleyen Sovyet tanklarına karşı bu tankları hareketsiz hale getiren yakın savaş teknikleri kullandı. Hareketsiz bırakılan tanklar Fin topçusunun kolay hedefi olacaktı. Finliler, ülkenin en büyük içki fabrikasında üretilen, 500 ml. içki şişelerine doldurulan petrol, alkol ve zift karışımlı el yapımı patlayıcılar ile Sovyet tanklarına korkunç kayıplar verdirmişlerdi.

 İşte meşhur “molotof kokteyli” böyle doğmuştu. Finliler, bu ilkel ama etkili silahın  ismini alaycı bir şekilde, Sovyet Dışişleri Bakanı Vylacheslav Molotov’un soyadını koymuşlardı.  

Bu savaş, Sovyetlerin sayılara dayanan devasa askeri gücünün aslında kâğıttan bir kaplan olduğunu ortaya koymuştu.  Stalin’in 1930’lu yıllarda orduda yapmış olduğu büyük tasfiye hareketinin Sovyet ordusunu nasıl zayıflattığı ortaya çıkmıştı.

Sovyetler 1940 başında bu Fin meselesini tüm rezerv kuvvetlerini savaşa sokarak çözdü. Şubat 1940 tarihinde Finlilerin meşhur “Mannerheim Hattı” delinecek ve Finlandiya ateşkes istemek zorunda kalacaktı. Moskova’da yapılan anlaşma ile Finlandiya’nın toplam toprağının %9’u Sovyetler’e bırakıldı. Bu anlaşmada Stalin yine de epey cömert davranmıştı. Sovyet silahlı güçlerinin berbat halinin farkına vardığı gibi, Sovyet ordularının Almanlara karşı bir an önce serbest kalmasını istiyordu.

Batılı Müttefikler halen rüya aleminde idi. Almanlara karşı savaş devam ederken, Finlandiya’yı korumak için Sovyetlere karşı savaş ilan etmeyi aralarında tartışıyorlardı. 

Sovyet-Fin savaşındaki hezimet Sovyetler Birliği’nde orduda büyük bir reformu tetikleyecekti. Stalin 1930’lu yıllarda yaptığı “Büyük Temizlik” sonrasında orduda kalmış olan çok sayıda politik olarak tehlikesiz ama tembel ve şakşakçı generalin işine yaramayacağını görmüş;  Georgy Zhukov, Ivan Konev, Nikolai Vatutin gibi kırklı yaşlarda genç ve dinamik generaller öne çıkmaya başlamıştı.

Sovyet-Fin Savaşı ile “Büyük Temizlik” sırasında nasılsa hayatta kalabilmiş, inanılmaz işkencelerden geçirilmiş olan Konstantin Rokossovsky gibi subaylar da hapisten salıverilmiş, bunlara görev verilmeye başlanmıştı.  

Hitler ise Sovyet-Fin savaşını başka türlü okumuştu: Sovyetler Birliği bir darbede yıkılacak kötü inşa edilmiş bir yapı idi. Almanya bu fırsatı, İngilizler ve Fransızlar ile hesaplaşma bittiği zaman, mutlaka değerlendirmeli idi.

İngiliz donanmasının Baltık Denizi’ne girip, bu bölgeyi mayınlamaya başlaması, Almanların dikkatini bir anda batıdan kuzeye doğru çevirecekti. İsveç’ten bol miktarda ithal edilen demir cevheri; Alman çelik ve savaş endüstrisi için vazgeçilmezdi. Baltık Denizi’ndeki ticaret yollarını muhafaza altına almak için, Almanlar 9 Nisan 1940 tarihinde Danimarka’ya ve Norveç’e taarruz etti. Danimarka derhal düşerken, deniz ve hava gücünün daha önemli olduğu Norveç cephesi Haziran 1940’a kadar dayanacaktı.

İngiliz deniz gücünün bölgedeki üstünlüğüne rağmen Almanlar hava desteği ile bu savaştan da zafer ile ayrılacaktı. Norveç savaşı, Almanların daha küçük ama daha iyi yönetilen deniz gücünün hava desteği ile denizaşırı bir operasyonu nasıl başarılı bir şekilde sonuçlandırdığını ortaya koymuştu. Özellikle Norveç’in en kuzeyinde yer alan Narvik’in (ki başkent Oslo’dan tam 1400 km., Hamburg’tan 2400 km. kuzeydedir) üstün İngiliz donanmasına rağmen ele geçirilmesi Alman doktrininin üstünlüğünü ortaya koymuştu.  Bu savaş aynı zamanda uçak gemilerinin, çeşitli unsurlardan oluşan karma bir görev gücü ile korunması gerektiğini ortaya koymuştu.

İngiliz uçak gemisi HMS Glorious Norveç sularında sadece destroyerlerden oluşan koruma gücü ile beraber  tespit edilir edilmez, Alman ana muharebe gemileri Scharnhorst ve Gneseinau, Alman hava şemsiyesi koruması altında, İngiliz uçak gemisini ve koruma gücünü 46 km. uzaktan açtığı ateş ile batırmıştı. Bu vaka İngiliz donanması açısından bir fiyasko, Almanlar için büyük bir moral kaynağı olacaktı.   

Bu büyük savaşın ilk dönüm noktası Almanya’nın Fransa ve Benelüks ülkelerine olan taarruzudur.

Hitler, Polonya savaşı biter bitmez Fransa’ya karşı taarruz planlarının hazırlanmasını emretmişti. Alman genelkurmayının ilk hazırladığı plan aslında 1905 Schlieffen Planı’nın benzeri idi. Belçika üzerinden ilerleyecek Alman orduları yaklaşık 500,000 asker kayıp verme pahasına Somme Nehri’ne kadar yay çizecekti. Fransa’nın tamamen teslim olması için iki yıllık bir savaş öngörülüyordu.

Alman genelkurmayı da, Fransızlar ve İngilizler gibi I. Dünya Savaşı kafasında kalmıştı. 

Hitler’in Polonya seferi gibi zırhlı birliklerin topluca kullanıldığı geniş çaplı bir  yarma harekâtı konusundaki ısrarına karşı, Alman genelkurmayı Fransız ve İngiliz ordularının çok güçlü olduğu ve böyle bir yarma harekatının olanaksız olduğunu belirtecekti. 

Hitler aylar boyunca Alman Genelkurmayı’na sözünü geçirememişti.

Her şey 9 Ocak 1940 tarihinde askeri harekat planlarını taşıyan Alman uçağının bir şekilde  Belçika’ya zorunlu inişi ile değişecekti. Planların deşifre olduğu anlayan Hitler, yeni bir plan hazırlanmasını emretti.

Alman kara kuvvetleri içinde yer alan, en büyük ordu grubu olan A ordular grubunun kurmay subayı Tümgeneral Erich von Manstein bu olaylardan daha önce sıra dışı bir plan hazırlamıştı. 

Bu plana göre Almanlar Belçika ve Hollanda’ya klasik taarruzlarını yapacak, İngiliz ve Fransızlar bu taarruzu karşılamak için ordularını bu bölgeye yığdıkları zaman, Ardennes ormanlarında gizlenecek büyük bir zırhlı ordular grubu esas vurucu güç olarak Meuse Nehri’ni geçerek, Belçika ve Hollanda’ya giren İngiliz ve Fransız ordularını Manş Denizi kıyılarına sıkıştırıp imha edecekti.

Manstein Fransız ve İngilizlerin her anlamda çok daha güçlü olduklarını çok iyi biliyordu. Bu yüzden Fransa seferi büyük bir stratejik sürpriz içermediği taktirde başarısızlığa mahkumdu. Alman ekonomisinin ve silahlı güçlerinin uzun bir savaşı kaldırabilecek durumunun olmadığı iyi biliniyordu. 

Almanya savaşa girdiği zaman Müttefiklerin milli geliri Almanya’nın yaklaşık 1.5 katına denkti. Almanya nikel, mangan, tungsten, krom, kauçuk, molibden, nikel, boksit, bakır gibi önemli hammaddelerin hiçbirine sahip değildi, bu açık Sovyetler Birliği’nden ithal edilen kısım ile kapatılmaya çalışılıyordu.

Almanlar yaklaşık 1.5 milyon asker, 3600 tank, 1900 uçak ile Polonya’yı iki haftada ezmişti.  Ancak 1940 yılında Almanların sayısal bir üstünlüğü yoktu. Müttefiklerin asker sayısı, savaşa girecek Belçika ve Hollanda orduları ile Almanlara denk, zırhlı birlikleri ise 3100 Alman tankına karşı 3900 tank ile çok daha üstündü. Üstelik Fransız ve İngiliz tanklarının zırhları Alman tanklarına göre daha üstündü. Almanlar hava üstünlüğüne sahipti. Luftwaffe 4138 adet modern savaş uçağını cepheye sürerken, Fransız ve İngiliz uçakları sayıca denk, teknik anlamda dezavantajlı idi. Alman pilotlarının deneyimi ve niteliği ise 1940 yılında çok daha  üstündü. Klasik topçu silahlarında ise İngiliz ve Fransız güçleri (1:1.5 oranında) oldukça üstündü. Üstelik orta sınıf Somua 35 ve ağır Char I Fransız tankları ile İngiliz Matilda I tankları  Alman tanklarına göre üstündü. Ancak Fransızlar tanklarını bir arada kullanmak yerine tüm cepheye dağıtmışlardı. Ayrıca Müttefikler tankları arasında radyo iletişimi yok denecek kadar zayıftı.   

 Manstein’ın şansına, planı hazırladığı Koblenz şehrinde ikamet ettiği otelin hemen yanındaki otelde “Yıldırım Savaşı” doktrinin babası Korgeneral Heinz Guderian kalıyordu. Guderian planı duyunca, Manstein’ı ziyaret etmiş, Manstein’a planı hazırlarken bir cephe komutanı deneyimi ile büyük bir katkı sunmuştu. 

Alman genelkurmayı kendi işine, kendisine bağlı bir ordu grubunda kurmay subay olarak görev yapan Manstein’ın girmesinden epeyce rahatsız olmuştu.

Manstein ayak altından uzaklaştırılmak üzere, Doğu Almanya’da pasif bir göreve sürgün edilmesine rağmen plan Alman diktatörüne ulaştırılmıştı.   

Manstein’ın planı İngiliz ve Fransızları Belçika’ya çekmek üzere Belçika ve Hollanda’ya Alman ordularının taarruz etmesini öngörürken, esas vurucu güç Almanya-Lüksemburg sınırında çok yoğun bir ormanlık alan olan Ardennes’te gizlice hazır bekleyecek ve İngiliz-Fransız orduları Belçika’ya girdikten sonra sürat ile ileriye atılacak Meuse Nehri’ni geçerek, Manş Denizi’ne ilerleyecekti.

Böylece İngiliz ve Fransız orduları doğudan gelen Alman güçleri ile Ardennes’ten kama gibi ilerleyen Alman panzer tümenlerinin arasında kalacak, arkası Manş Denizi’ne yaslanacak bu cep imha edilecekti. Ardennes ormanlarının sıklığının, büyük bir zırhlı harekatın yapılmasına engel olacağı Fransızlar ve Almanlar tarafından kabul edilmişti. Ancak Manstein bu olağandışı planı ile bu kabulü yıkacaktı. 

Hitler aradığı planı bulmuştu. Manstein’ı uzun uzun dinledikten sonra planın uygulanmasını emretti. Sunumdan hemen sonra ise Manstein’dan hiç hoşlanmadığını şu sözler ile ifade edecekti:” Bu adamdan hiç hoşlanmadım. Fazlaca kibirli ve küstah.”

Hitler’in içindeki Bohemyalı onbaşı kimliği, üniversite kürsüsünde bir profesör edası ile konuşan, ailesi kuşaklar boyu Prusya askeri terbiyesi ile yoğurulmuş bir general karşısında ezilmişti. 

9 Mayıs 1940 tarihinde Almanlar B Ordular Grubu ile Belçika ve Hollanda’ya girdi. Fransız ve İngilizler en seçkin birliklerini Alman B Ordular grubunu karşılamak üzere kuzeye kaydırmıştı. 

Ama çok daha güneyde Ardennes ormanlarında gizlenmiş 7 panzer tümeni ve panzer tümenlerinin ardında yer alan 38.5 adet piyade tümeni taarruz emri bekliyordu. Bu birliklerin savaşarak kat edeceği süre dikkate alındığında, askerleri diri tutmak için milyonlarca tablet uyarıcı dağıtılmıştı.

İşte pilotlara, askerlere, tankçılara dağıtılan bu 35 milyon tablet (Pertivitin markası adı altında) methamphetamine, bugün Meksika mafyası tarafından Amerika Birleşik Devletleri’ne sokulan, yoz Amerikan gençlerinin kafalarını hoş ettikleri, kristal “Meth” isimli uyarıcı/uyuşturucunun babasıdır. 

Ardennes ormanlarında bekleyen panzer tümenleri 12 Mayıs günü ileriye atıldı. Panzerler, Meuse Nehri üzerinde köprübaşını kurdukları zaman her şey sona ermişti. Tehlikeyi fark eden İngiliz ve Fransızlar, köprübaşını imha etmek için muazzam hava taarruzları yapmasına rağmen, Almanlar hazırlıklıydı. Guderian’ın uçaksavar topçusu ve Alman hava kuvvetleri, büyük bir cesaret ile taarruz eden İngiliz ve Fransız uçaklarını imha edecekti.

Artık Manş Denizi ile aralarında ne bir doğal engel, ne de doğru düzgün bir Müttefik birliği vardı. Sadece sekiz günde panzerler Manş Denizine ulaştı. Bu esnada Guderian son derece başarılı bir harekat yapmasına rağmen üstü von Kleist tarafından “fazla tehlikeli ve atak davrandığı ve emirlere uymadığı” için görevden alınmaya çalışılacak, ancak A Ordular Grubu komutanı Gerd von Rundstedt bu anlamsız ve kişisel karara engel olacaktı.

Tam 1.5 milyon Müttefik askeri ve Müttefiklerin modern  tank ve topçu unsurları büyük bir çoğunluğu, koca bir cepte kuşatılmıştı. 

15 Mayıs günü Fransız Başbakanı Paul Reynaud şu meşhur açıklamayı yaptı: “Savaşı kaybettik.“

Fransız Genel Kurmay Başkanı Gamelin’e derhal Manş Denizi’ne ulaşmış olan Alman zırhlı birliklerine karşı taarruza geçme verildiğinde, “Hangi birlikler ile taarruz edeceğim? Düşman ile Paris arasında tek bir kolordum dahi yok.” yanıtını verecekti.

Alman tankları Müttefiklerin kuşatılmış olduğu cebi sıkıştırırken, Hitler stratejik hatalarından ilkini yapacaktı. Alman tanklarına dur emri verilmişti. Hitler kazandığı zaferin boyutuna inanamamış, elinde flaş royal varken, kazandığı ile yetinen ve masadan erken kalkan bir acemi poker oyuncusu gibi panzer tümenlerine dur emri vermişti. Alman diktatörü, Fransızların kuşatmayı icra eden panzer tümenlerine bir kanat saldırısı yapacağından endişeli idi. Ancak bölgede hava üstünlüğü zaten Almanların elindeydi. Böyle bir karşı taarruz yapılacak olsa dahi bu erkenden tespit edilebilirdi.

Alman diktatörü; kuşatılmış olan devasa İngiliz-Fransız birliklerini Alman hava gücü ile imha etmeyi planlıyordu. Zırhlı tümenler, Müttefik ordularının kaçışını engellemek için yerlerinde bekleyecekti.

Almanya’ya II. Dünya Savaşı’nı kaybettirecek stratejik hataların ilki, bu emirdir.   

Burak Köylüoğlu

9 Haziran 2024  

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!