Küresel Düzenin Hikayesi, VI. Bölüm, Genç Amerika Birleşik Devletleri’nin Yükselişi

Burak Köylüoğlu
  1. Küresel Düzenin Hikayesi, I. Bölüm, Westfalya Düzeni (1648-1789)
  2. Küresel Düzenin Hikayesi, II. Bölüm, Fransız Devrimi’nin Öyküsü  (1789-1799)
  3. Küresel Düzeninin Hikayesi, III. Bölüm, Napolyon Savaşları (1799-1815)
  4. Küresel Düzenin Hikâyesi, IV. Bölüm: Viyana Düzeni
  5. Küresel Düzenin Hikâyesi, V. Bölüm: Tek Kutuplu Dünya ve Pax Brittanica
  6. Küresel Düzenin Hikayesi, VI. Bölüm, Genç Amerika Birleşik Devletleri’nin Yükselişi
  7. Küresel Düzenin Hikayesi, VII. Bölüm, Devrimler Çağı ve Viyana Düzeninin Sonu
  8. Küresel Düzenin Hikayesi, VIII. Bölüm, Birleşik Almanya’nın Doğumu
  9. Küresel Düzenin Hikayesi, IX. Bölüm, Çok Kutuplu Dünyanın Doğumu ve Yeni Emperyalizm Çağı (1861-1899)
  10. Küresel Düzenin Hikayesi, X. Bölüm, Büyük Savaşa Doğru (1899-1914)
  11. Küresel Düzenin Hikayesi, XI. Bölüm, Dünyayı Değiştiren Yüz Gün, I. Dünya Savaşı Başlıyor
  12. Küresel Düzenin Hikayesi, XII. Bölüm, Büyük Savaş (1914-1918)
  13. Küresel Düzenin Hikayesi, XIII. Bölüm, Son Gambit ve I. Dünya Savaşı’nın Sonu
  14. Küresel Düzenin Hikayesi, XIV. Bölüm, Versay Düzeni
  15. Küresel Düzenin Hikayesi, XV. Bölüm, Çılgın 1920’li Yıllar

Küresel ekonomik ve politik düzenin nasıl oluştuğunu anlattığım yazı dizisinin VI. Bölümü ile devam ediyorum.

Eğer bu yazı dizisinin önceki bölümlerini okumadıysanız, ilk bölümden başlayarak okumanızı öneririm.

Küresel Düzenin Hikayesi, I. Bölüm, Westfalya Düzeni (1648-1789)

Küresel Düzenin Hikayesi, II. Bölüm, Fransız Devrimi’nin Öyküsü  (1789-1799)

Küresel Düzeninin Hikayesi, III. Bölüm, Napolyon Savaşları (1799-1815)

Küresel Düzenin Hikâyesi, IV. Bölüm: Viyana Düzeni

Küresel Düzenin Hikâyesi, V. Bölüm: Tek Kutuplu Dünya ve Pax Brittanica

Amerika Birleşik Devletleri, 17. yüzyıl ve 18. yüzyılda, Kuzey Amerika’daki on üç İngiliz kolonisinin anavatana baş kaldırması ile kurulmuştu.

Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıcı her ne kadar ulusun “Kurucu Babaları’nın”  devrimci ve cumhuriyetçi düşüncelerine bağlansa da Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu büyük ölçüde ekonomik nedenlere dayanıyordu. Büyük Britanya İmparatorluğu’nun hazinesi 18. yüzyılda, rakibi olan Fransız Krallığı ve müttefiklerine karşı bitmez tükenmez savaşlar ile tükenmiş olması sonucunda, imparatorluk bu yükü kolonilerine vergi artışı ve fiyat ayarlamaları ile yansıtmak zorunda kalmıştı.

İmparatorluk hükümeti, Kuzey Amerika’daki on üç koloninin son iki yüz yılda büyük ölçüde anavatandan bağımsız bir sosyal yaşantı ve kurumlar inşa etmiş olmasını, İngiltere ve koloniler arasındaki uzun mesafeyi ve kolonileri oluşturan beyaz göçmen nüfusunun demografik yapısını göz ardı etmişti.

 Bu nüfusun oluşumu ilginç bir şekilde olmuş, 1600’lü yıllarda göç edenlerin birçoğu İngiliz kökenli iken, 1700’lü yıllarda göç dalgası ağırlıklı olarak İskoç, İrlandalı, Alman, Fransız Protestanlarından oluşmakta idi. Daha sonra kolonileşen Avusturalya ve Yeni Zelanda’nın aksine, on üç koloniye nispeten pek az mahkûm nakledilmişti.

Göçmen nüfusun bileşimi ağırlıklı olarak Protestan işçi, çiftçi ve tüccarlardan oluşuyordu. Bu da Aydınlanma Çağı’nın fikirleri ile yoğrulmuş ve hayatta kalma mücadelesi için koca bir okyanusu geçmeyi göze almış bir insan topluluğunu tanımlıyordu.

Yaklaşık iki milyonluk nüfusun demografik yapısı ile bu nüfusun çıkardığı liderlerin cumhuriyetçi ve liberal düşünceleri bir araya gelince, Amerikan Bağımsız Savaşı kaçınılmaz olmuştu. İngilizler, denizleri istediği gibi kontrol edebilmesine rağmen bu kadar isyan etmiş büyük bir nüfusu kontrol edebilecek kara gücüne sahip değildi, İngiliz hazinesi ise toparlanamamıştı. Üstelik imparatorluğun kadim rakipleri olan Fransızlar ve İspanyolların savaşa donanmaları ile, isyan eden kolonilerin yanında girmesi savaşın sonucunu belirlemişti.

Amerika Birleşik Devletleri’ni kuran tek bir lider yoktur. On üç koloni başından beri sanki bir konfederal bir sistem içinde doğmuş ve yaşamıştı. Bu neden ile ABD Bağımsızlık Savaşı her ne kadar Yedi Yıl Savaşları’nın kahraman eski İngiliz albayı, yeni Amerikan generali George Washington tarafından yönetilmiş olsa da, ABD’yi kuran ve oluşturan “Kurucu Babalar” (Founding Fathers) olarak bilinen yöresel liderlerdir. 

“Kurucu Babaların” sayısı halen tartışmalıdır. Bağımsızlık Bildirgesini imza etmiş 56 temsilci veya anayasayı imza etmiş 36 kişi bu liderler içinde yer aldığı iddia edilebilir ancak Amerika Birleşik Devletleri’ni büyük ölçüde kuran ve şekillendiren altı kişidir: George Washington (ilk ABD başkanı), Thomas Jefferson (3. ABD başkanı), John Adams (2. ABD başkanı), Benjamin Franklin(filozof, politikacı, bilim adamı) , Alexander Hamilton (ilk ABD hazine bakanı), ve James Madison (4. ABD başkanı).

Kurucu Babaların (36 ya da 56 kişi) tamamı erkek olsa da Abigail Adams ve Dolley Madison’ın eşleri üzerindeki etkisi ile ABD’nin kuruluşuna damga vurduğu söylenebilir.

ABD’nin kuruluşu koloniler ve siyasetçiler arasında bir uzlaşma ve ödünler zincirine dayanır. İşte bu ödünler ve uzlaşı sistemini bugün Amerikan kurumları ve hayatı üzerinde çok net bir şekilde görüyoruz. ABD, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun merkeziyetçi yapısına bir tepki olarak kurulduğu için eyaletler geniş haklara sahip siyasi birimler olarak tanımlanmıştı. On üç koloni içinde yer alan güney kolonileri ve bazı Kurucu Babalar, ABD’nin gevşek bir konfederasyon olarak oluşmasını isterken; kuzey kolonileri ve “Kurucu Babaların” büyük bir bölümü güçlü bir merkezi hükümete sahip bir federal sistem öneriyordu. ABD’yi kuran liderlerin tamamı dönemin hakim anlayışına karşıt olarak cumhuriyetçi idi. Aynı zamanda bu liderler,  Yeni Amerikan Cumhuriyeti’nin devlet gücünün eyaletler ve Kongre (iki ayrı yasama organından oluşur) ve ABD başkanı ve hükümeti arasında paylaştırılmasını savunmuşlardı. Ancak bu gücün hangi oranda ve nasıl paylaştırılacağı önemli tartışma konusu idi. İngilizlerin yazılı olmayan anayasa geleneğinin aksine her eyalet kendi anayasasını kaleme almış ve aynı zamanda federal devletin de anayasası da oluşmuştu.

Güç paylaşımını içeren çetrefilli konu ilk etapta, federalistler ve anti-federalistler (daha sonra konfederalistler)  arasında  uzlaşılarak  gevşek bir federal bir sistemin uyarlanması ile çözüldü.

Eyaletler ve federal hükümetler arasındaki güç paylaşımı meselesi ise esasen 85 yıl sonra iç savaşla çözülecekti.

ABD’nin bağımsızlığının son derece büyük bir ekonomik etkisi oldu. Britanya İmparatorluğunun fiyat kontrollerinin ve gümrük sisteminin kolonileri sömürdüğü merkantilist sistem ortadan kalktı. İmparatorluğun ticaret, yerleşme ve göç, ile üretim kuralları ve kısıtlamaları sona erince yeni cumhuriyetin liberal politikaları ekonominin büyümesini müthiş bir oranda ivmelendirdi. On üç eyalet hızla topraklarını batıya doğru genişletmeye, yeni yerleşimler kurmaya başladı.

Kölelik meselesi ise üzerinde çokça tartışılan bir konu olmuştu. Kurucu Babaların büyük bir bölümü köle sahibi olduğu gibi, neredeyse tamamı kölelik sisteminin yarattığı ekonomik ortamdan faydalanmış durumda idi. Örneğin bağımsızlık savaşının lideri ve ilk ABD Başkanı George Washington’ın ve “Kurucu Babalar”  Thomas Jefferson ile James Madison’ın yüzlerce kölesi vardı. Alexander Hamilton ise çok sayıda köle sahibi olan bir aileye damat gitmişti.

Ancak bu liderlerin tamamı bir dönem sonra Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın prensiplerine aykırı kölelik sisteminin kaldırılması konusunda hem fikir idi. Örneğin önceden az sayıda köleye sahip olan Benjamin Franklin, son yıllarında iken, ilk köleliği kaldırma derneğinin başkanı olacaktı. ABD Başkanı George Washington ise vasiyetine, ölümünden sonra kölelerinin azat edilmesini istediği bir madde eklemişti. Ancak Kurucu Babaların hiçbiri örneğin İngiltere’deki kölelik karşıtı aydınlar veya on üç kolonideki Quarker mezhebi (koyu bir Protestan akımı) kadar köleliğin kaldırılması konusunda kararlı değildi.

Federal sistem ve kölelik meselesi uzun yıllar boyunca genç Amerikan cumhuriyetinde tartışma ve çatışma konusu olacaktı. ABD 18. yüzyılda genişledikçe bu tartışmalar derinleşecek ve oldukça kanlı bir iç savaşa neden olacaktı. Bugün dahi, bu iki konunun derin yara izlerini Amerikan iç politikasında görüyoruz.

Amerikan devletinin doğuşu aynen 2000 yıl önce Roma Cumhuriyeti’nin doğuşu gibi benzersizdi. Hazine Bakanı güçlü bir maliye politikası ile işe başlamış, tüm eyaletlerin borçlarını federal hükümetin çıkarttığı tahviller ile takas ederek merkezi bir devlet hazinesi yaratmıştı. Bu borcu ödemek için bir federal gümrük sistemi kurarak, merkezi bir ithalat vergi sistemi getirmişti. Federal sisteme muhalif olanları tatmin etmek için bireysel ve eyaletlerin haklarını anayasaya işleyen Haklar Belgesi “Bill of Rights” yayınlanmıştı. Bu belgenin kökeni meşhur 1689 İngiliz “Bill of Rights” belgesidir. İki partili sistem de bu dönemde kurulmuştu: İktidardaki Federalist Parti ve muhalefetteki Cumhuriyetçi-Demokrat Parti. İktidardaki Federalist Parti ise 1812 İngiliz-ABD Savaşı sonrasında çökecek, muhalefetteki Cumhuriyetçi-Demokrat Parti daha ileride bölünecek, Demokrat ve Whig partileri ikili parti sisteminin parçaları olacaktı. Daha sonra Whig Partisi zayıflayacak ve boşluğunu yeni kurulan (1854) Cumhuriyetçi Parti (Grand Old Party olarak da bilinir) dolduracaktır.    

Amerika Birleşik Devletleri şanslı bir şekilde doğmuştu. Napolyon Bonaparte, 1803’te tam 2.14 milyon km2 (Türkiye’nin yüz ölçümünün üç katı) genişliğindeki Louisiana bölgesini, İngilizlere kaptırmamak ve yaklaşan savaş nedeni ile Fransız hazinesini biraz takviye etmek amacı ile, Amerikalılara satmıştı. Bu sayede genç ABD topraklarını iki misline çıkarmış ama daha önemlisi Mississippi Nehri üzerinde değerli bir ticaret yolu kazanmıştı. Bugün Mississippi Nehri ile Rocky Dağları arasındaki bu bölgede 15 eyalet bulunmaktadır.

İşin komik tarafı da 15 milyon Amerikan doları tutan bu anlaşma (bugünkü kâğıt dolar değil, tamamı altın karşılığı idi) İngiliz Baring & Co. Bank’in sendikasyon liderliği yaptığı bankalar tarafından finanse edilmişti. Finansman için Amerikalılar, satın alma tutarı kadar tahvil çıkararak bu satın almayı 15 yıl vade ve %6 sabit faiz ile finanse etmişlerdi. Napolyon da bu parayı Napolyon Savaşları’nı finanse edeceği bütçe içine koyacaktı. Olan bu bölgedeki Kızılderili nüfusa olacaktı.

Genç Amerikan cumhuriyeti topraklarını genişletirken, bir yandan da nüfusunu inanılmaz ölçüde katlıyordu. Geniş topraklara yerleşen göçmenler inanılmaz bir çarpan ile çoğalmakla kalmıyor (bu çiftçilerin işgücü için çok sayıda çocuğa ihtiyacı vardı), bu devasa topraklara her yıl daha fazla göçmen geliyordu. Bu nedenle ülkenin nüfusunun her 20-25 yılda ikiye katlandığı ifade edilebilir. Bu muazzam artış şöyle ifade edilebilir: 1700 yılında sadece 250,000 beyaz nüfus var iken, 1800 yılında beyaz nüfus 4 milyon kişiyi aşmış, 1815’te ise 7 milyona yaklaşmıştı.  Siyah köle nüfusu 1700 yılında sadece 20,000 kişi idi. 1815’te ise bu nüfus köle olarak doğan ve Afrika’dan zorla getirilenler ile 1.5 milyon kişi bulmuştu. Bu acı verici insan ticareti 1648-1815 arasında tam 10 milyon kişiye (1 milyonu Orta Doğu’ya, 9 milyonu Kuzey ve Güney Amerika’ya) ulaşmıştı. Son derece kötü şartlarda nakledilen bu insanların bu dehşet verici yolculuklarda ölenleri rakamlara dahil değildir. 1807 yılında Britanya İmparatorluğu köleliği yasa dışı ilan etti. ABD ise 1808 yılında uluslararası köle ticaretini yasakladı ancak mevcut kölelik sistemi devam etti. ABD’de kölelik, Kuzey’in Amerikan İç Savaşı’nı kazandıktan sonra 18 Aralık 1865’te anayasal olarak kaldırılması ile sona erecekti.

Genç Amerikan devletinin genişlemesi, Kolomb’tan beri sistematik olarak yok edilen Amerikan yerlilerinin ortadan kaldırılmasını hızlandırmıştı. Kurucu Babalar, dönemin en liberal ve ilerici politikacıları olarak kendilerini görse de Amerikan yerlileri konusunda görüşleri oldukça katı idi. George Washington’ın İngilizler ile beraber davranan Irokua Kızılderilileri hakkında vermiş olduğu emir (yerleşim alanlarının yok edilmesi, her yaştan ve cinsiyetten esir alınması, tarım alanlarının yakılması, vs.) bugün soykırım suçu olarak tanımlanan çerçeve içindedir.

Veya ABD başkanı Andrew Jackson’ın “Indian Removal Act of 1830” olarak bilinen başkanlık kararı ile zorla Mississippi Nehri’nin batısına sürülmesi tam bir etnik temizlik idi. Bu karar sonrası yaşananlar modern tarihin ilk etnik temizlik örneklerinden biri olarak bilinir ki, zorla göç ettirilen ve çoğu hayatını kaybeden 18 Kızılderili kabilesinin bu tehciri “Trail of Tears” yani “Gözyaşı Yolu” diye bilinir. “Gözyaşı Yolu” Amerikan Kızılderililerinin 19. yüzyıldaki kaderinin ne olacağını gösterecekti.   

Modern dönemde bu acı verici olayların başlangıcı açısından Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Türkler (1787-1792 Rus-Osmanlı Savaşı ile başlayan ve Balkan Savaşlarına kadar süren) ile Amerikan Kızılderililerinin kaderi birbirine çok benzeyecekti.

Amerikalılar, İngilizler ile son defa 1812-1815 arasında savaşacaktı. Bu savaşın nedeni İngilizlerin Napolyon Savaşları sırasında Amerikalıların Fransız ve İspanyollar ile oldukça karlı olan ticareti kesmek istemesidir. Ayrıca ABD ile İngiliz Kanada’sı arasındaki sınır meselesi de savaşı körükleyecekti. Savaşın gidişatı tam bir yo-yo oyuncağı gibi olacaktı. Amerikalılar Kanada’yı işgal etme girişiminse bulunacak, ancak İngilizler 1814’te Napolyon’un yenilgisi sonrası güçlü birlikler getirecek, Washington’ı ele geçirecek, Kongre binasını (Capitol) ve başkanlık konutunu (Beyaz Sarayı) yakacaktı.

Ancak İngilizlerin bu dönemde ABD üzerinde kesin bir zafer kazanma olanağı olmadığı gibi, Napolyon’un Elbe’deki ilk sürgününden döndüğü haberi üzerine barış yapılacaktı. Bu savaş ilk defa Kanada’nın ayrıca bir milli benliğinin oluşmasının başlangıcıdır. Bu arada olan yine İngilizlerin müttefiki olan Kızılderili kabilelerine olacaktı. Creek Savaşı ile Kızılderililer Alabama ve Georgia bölgelerinde geniş toprakları (yaklaşık 100,000 km2) terk etmek zorunda kalacaklardı.

Bu olayları ve Latin Amerika’daki imparatorluklarının eriyişini gören (Latin Amerika bağımsızlık savaşları ile) İspanyollar Amerikalılar ile masaya oturacaktı. Adams-Onis anlaşması ile bugünkü Florida eyaleti 5 milyon İspanyol altını karşılığı Amerikalılara satılacaktı.

Amerikalıların Avrupalı büyük güçlere ilk meydan okuyuşu 1823 Monroe Doktrini ile olacaktır. Monroe Doktrini ilk defa ABD’nin mevcut küresel düzende “ben de varım” deklarasyonudur. Beşinci ABD Başkanı James Monroe, Yeni Dünya’da (yani Kuzey ve Güney Amerika kıtalarında) Avrupa sömürgeciliğini veya bu bölgelere olan Avrupalı büyük güçlerin müdahalesini kabul etmeyeceğini açıklamıştı. Bu açıklama sırasında Latin Amerika büyük ölçüde İspanyollardan bağımsızlığını ilan etmiş ya da kazanmak üzere idi. Diğer bir deyişle Monroe Doktrini ile ABD; Eski Dünya’ya Yeni Dünya’nın işlerine karışma diyordu.

Bu arada Güney eyaletleri ve Kuzey eyaletleri arasında kölelik meselesi giderek bir sürtüşmeye gidiyordu. Her ne kadar 1804 gibi erken bir tarihte Mason-Dixon çizgisinin (bu çizgi tam da kuzey-güney eyaletlerinin teorik ayrımıdır) kuzeyindeki eyaletlerde kölelik kaldırılmış olsa da

Güney’den kaçan kölelerin durumu gibi birçok konu tartışmalı idi. Bu arada yeni göçmenlerin batıya doğru ilerleyişi devam ederken, esas kriz ABD ile İspanya’dan bağımsızlığını kazanmış olan Meksika arasında patlayacaktı. Tam bu dönemde Meksika yaklaşık 4.25 milyon km2 büyüklüğünde (günümüz Türkiyesi’nin tam altı katı) oldukça büyük bir ülke idi. Başta bugünkü Kaliforniya ve Texas eyaletleri olmak üzere, bugün ABD’nin en güneyinde ve güney-batısında yer alan eyaletlerin oluşturduğu geniş alan önceden Meksika toprağıydı.

Meksika ve ABD arasındaki kriz, hukuken Meksika’ya ait olan Texas’ın (o zamanki adı Coahuila y Tejas)  isyan ederek merkezi yönetimi tanımaması ve bağımsızlığı ilan etmesi ile başladı. Bölgedeki Amerikan göçmenlerinin sayısının giderek artması ile beraber bölge ABD’nin de ilgisini çekti. Ancak Amerikan hükümeti Teksas üzerinde on yıl boyunca hareket etmeyi istemeyecekti. Sebebi ise oldukça garip ve aynı zamanda dönemin mantığı içindeydi: Teksas eğer Amerika Birleşik Devletleri’ne kabul edilse idi, köleliğin serbest olacağı bir eyalet olacak ve Kuzey’in elinde tuttuğu federal hükümetteki güç dengesi değişebilecekti. Ancak işe Meksika’nın karışması ile Meksika ve ABD bu bölge üzerinde savaşa girecekti. Savaş Meksika için bir yıkım oldu. Amerikalılar askeri anlamda Avrupa’daki büyük güçlerin eline su dahi dökemezdi ama Meksika’yı tam 21 ayda tamamen yenerek, başkent Mexico City’e girmeyi başardılar. Meksika; Texas, California, Nevada ve Utah’ın tamamını; bugünkü Arizona, Colarado, New Mexico ve Wyoming’in belli kısımlarını kaybetti. Amerikalılar bu “Kartaca Barışı” karşılığında  savaş tazminatı ve toprak edinme bedeli olarak sadece 15 milyon USD ödeyip, bir de Meksika’nın ABD vatandaşlarına olan 3.25 mio USD borcunu üstlendi. Meksika tam 2.2 milyon km2 eşdeğeri ve savaş öncesi topraklarının %55’ini kaybetti. Bu bölgelerde kısa zaman içinde altın ve petrol bulunacaktı.  Amerikalılar kaybı sadece 13,300 kişi iken, tüm Batı Avrupa büyüklüğündeki bir alanı 1846-1848 arasındaki 21 ay içinde ellerine geçirmeyi başarmışlardı.

Savaşı bitiren Guadalupe Hidalgo Anlaşması konusunda esas mücadele ABD Senatosu içinde oldu. Senatoda Güney eyaletleri, yeni kazanılan güney eyaletlerinde köleliği serbest bırakılmasını oy gücü ile sağlamışlardı.

ABD-Meksika Savaşı kölelik sorunu ve Kuzey-Güney ayrımını iyice alevlendirmişti. Hızla büyüyen ABD’ye katılan güney ve batı bölgelerindeki eyaletler politik uzlaşmanın daha zorlaşmasına yol açmıştı. Artık Federalistler-Konfederalistler, Kuzey-Güney ve kölelik yandaşları ile kölelik karşıtları arasındaki ayrışma hızla büyüyecek ve tüm kozlar ileride ABD’nin ikinci defa kurulacağı, son derece kanlı Amerikan İç Savaşı’nda paylaşılacaktı.

Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlık savaşını kazandığı 1783 yılından, Amerikan İç Savaşı’nın 1861 yılında başlangıcına kadar olan  muazzam ilerleyişinin tarihte örneği bulunmamaktadır. ABD kurulduğundan itibaren batı ve güneye doğru kolayca genişlemiş, rakipleri kolayca yok ettikleri veya sürgün ettikleri Kızılderili kabileler ve güneyde ise daha kurulduğunda çökmeye başlayan Meksika olmuştu. Daha da inanılmazı ise ülke bu kadar yoğun göç almasına rağmen, sanayileşme aşamasında işçi yoksunluğu çekilmesi idi. 19. yüzyılda hesapsızca ve kolayca genişleyen topraklar, daha çok göçmeni Avrupa’dan çekmesine rağmen, sanayileşen Kuzey eyaletleri kendi payına çalışacak sanayi işçisi bulmakta zorlanmıştı. ABD’de İç Savaşa kadar işçilik ücretleri Avrupa’ya göre üçte bir oranda daha yüksek olmuştu.

İngiltere’de başlayan ve Avrupa’ya yayılan sanayi devrimi, belli bir zaman aralığından sonra ABD’ye daha fazla kaldıraç sağlayacaktı. ABD’nin 1800 yılında dünya üretim çıktısı içindeki payı sadece %0.8 idi. Bu rakamı aynı yıl için tüm Avrupa için %28, Çin için %33 olduğunu not düşelim. Amerikan İç Savaşı öncesi, 1860 yılında ABD’nin payı %7’ye çıkmıştı ve Birleşik Krallığın %9.5 oranında payına çok yaklaştığını görüyoruz. 1860 yılında tüm Avrupa’nın payı %53 gibi inanılmaz bir rakama çıkarken, Çin’in payı %19.7’ye düşmüştü. Hindistan’ın payının ise 1800 yılında kısmen İngiliz kontrolünde iken %19.7 iken, 1860 yılında tam bir İngiliz sömürgesi halinde iken %8.6’a gerilemesi son derece anlamlıdır.

ABD sadece 1783-1860 arasında sadece sanayileşmemiş, II. Sanayi Devrimi’nin en önemli buluşlarından biri olan demiryolunu da tam bir kaldıraç olarak kullanmıştı. Amerikalıların hızla genişleyen topraklarını bağlamak ve muazzam miktardaki hammaddeyi üretim merkezlerine ve  Avrupa’ya satılmak üzere taşımak için demiryolları büyük bir kaldıraç sağlamıştı. Daha da önemlisi örneğin İngiltere’deki tekstil ve konfeksiyon üretim tekniklerini ABD’ye getiren Samuel Slater gibi girişimciler ile Amerikan Sanayisi, büyük Avrupa devletlerinin sanayi verimliliğini artmış olan tekniklerini, kıta büyüklüğündeki ülkelerindeki kaynaklar ile birleştirmeyi başarmışlardı. Üstelik bu hammaddelerin en önemlileri içinde yer alan pamuk Güney’de köle iş gücü ile üretilirken. 1850’lilerde dünya pamuk üretiminin %75’i “Güney’de” üretiliyordu.  

Amerika Birleşik Devletleri’nin esas endüstriyel atılımı, Amerikan İç Savaşı’nda olacak, Güney’in daha becerikli generalleri ve son derece iyi at süren ve silah kullanan erkek nüfusuna karşı sayıca üstün ve endüstrileşmiş Kuzey; olağanüstü boyutta bir mücadele verecekti. Unutmayalım ki Amerikan İç Savaşı’ndaki toplam geri döndürülemez (ölü ve kayıp olanlar) kayıplar, ABD’nin I.Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı’ndaki kayıplarının toplamından daha fazladır. Savaş devasa ölçeği ile devrimsel bir endüstriyel değişime neden olacaktı: Bugün birçok makine içinde kullanılan değiştirilebilir parçaların kökeni, Amerikan İç Savaşı sırasında kullanılan çok sayıda kuyruktan dolma yivli tüfeklerin içindeki parçalarının tasarımına dayanır.

Aşağıda iç savaş başlamadan önceki statükoyu görüyorsunuz. Sarı ile işaretleniş eyaletler, ABD’den ayrılarak Konfederal Devletleri (Güney) kurmuşlar idi. Mavi ile işaretli eyaletler ise sanayileşmiş ve nüfus yoğunluğu fazla eyaletleri (Kuzey) temsil ediyor. Kuzey eyaletleri “Birlik” yani ABD’yi temsil ederken, Konfederaller, ABD’den ayrılarak kendi devletlerini kurmuş durumdadır. Amerikan İç Savaşı, Kuzey-Güney, Birlik-Konfederal Devletler veya kölelik karşıtı eyaletler ile köleliğin yasal olduğu eyaletlerin mücadelesi olarak da tanımlanabilir.

Neyse bu uzun yazıyı okuyucuyu daha fazla sıkmadan tamamlayayım. 

Yazı dizisinin yayınlanacak VII. bölümünde 1848 Devrimleri, Kırım Savaşı, Amerikan İç Savaşı, büyük güçlerin Afrika’ya karşı artan iştahını, Çin’in 19. yüzyıldaki dramını ve yazının en sonunda Almanya’nın nasıl birleştiğini anlatacağım.

Burak Köylüoğlu

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!