Vaka Analizi: II. Dünya Savaşı ve Türkiye’nin Stratejisi

Burak Köylüoğlu

İnsanlık tarihinde pek az dönem 1939-1946 yılları arasındaki fırtınalı günler kadar önem taşır. Öyle ki bu dönemde tüm dünya büyük bir değişim geçirecek ve bugünün dünyasının temeli bu yıllarda oluşacaktır.

Türkiye’nin şansızlığı, ülkenin bu fırtınalı döneme Atatürk’ün zamansız vefatı ile girmesidir. Atatürk’ün hayata veda ettiği Kasım 1938’de; II. Dünya Savaşı’nın yakın zamanda başlayacağı neredeyse kesinleşmiş idi.

Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası

Atatürk döneminin sona ermesi ile beraber, Türkiye’nin bağımsız dış ilişkiler ve ekonomi politikaları sona ermiş, Batı Dünyası Türkiye’yi ilhak etmeye başlamıştır. Dikkat ederseniz ilhak etme kelimesini özellikle kullandım. Atatürk; Batı Dünyasının teknolojisini, bilimini, modern toplumsal yapısını ve ekonomik işleyişini; kurumsal anlamda Türkiye’ye entegre ederken, ülkenin siyasi ve ekonomik bağımsızlığını her zaman dokunulmaz bir prensip olarak muhafaza etmiştir. Atatürk’ü bir devlet adamı olarak eşsiz kılan en önemli özelliği, bir asker olarak eğitilmiş ve mesleğini icra etmiş olmasına rağmen; iyi bir asker olmasının yanı sıra, ekonomi, dış siyaset ve toplum bilim anlamında en yüksek özellikleri kendisinde toplamasıdır.

Örneğin Kurtuluş Savaşı askeri anlamda çok başarılı bir savunma ve taarruz sanatının uygulanmış olduğu bir savaş olmasının yanı sıra 1919-1922 arasında uygulanmış olan diplomasi Talleyrand ve Bismarck’ın uygulamış olduğu diplomatik ustalıktan pek farklı değildir. Bu kadar ustaca yürütülmüş bir dışişleri politikası olmasaydı, Kurtuluş Savaşının kazanılması kesinlikle olanaklı olmazdı.

Nedense bu tarihi gerçek, Atatürk’ün hayatını anlatan pek çok kitapta tam anlamı ile işlenememiştir. Son dönemin çok satan, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın “Atatürk” eseri de dahil olmak üzere, bu eserlerin çoğu bilgi ve analiz anlamında zayıf kurgulanmış, yazarın analiz ve değerlendirmelerinin kıt olduğu, yavan kronolojik hayat öykülerinden öteye gidememektedir.

Atatürk; Stresemann, Churchill, Roosevelt, De Gaulle, Brandt ile beraber tarihin son büyük devlet adamları kulübünde yer almaktadır. Bu kuşak sonrasında dünyada büyük devlet adamlığı kulübü dağılacak, bu liderler yerlerini oy oranını maksimize etmeyi hedefleyen ve çevresi görünmez uzmanlar ve bürokrasi ile doldurulmuş politikacılara bırakacaktı.

Atatürk’ün ölümü, tüm dünyada savaş rüzgarlarının estiği bir döneme denk gelmiştir. I. Dünya Savaşı (1914-1918) sonrasında kurulmuş olan iğreti düzen 1929 Büyük Buhranı ile sarsılmış; Almanya’da Gustav Stresemann ve Japonya’da Takahashi Korekiyo gibi ılımlı ve rasyonel liderlerin ölümü ile Almanya ve Japonya militarizm ve faşizme teslim olmuştu.

II. Dünya Savaşı, tam da I. Dünya Savaşı’nın müttefik ordular komutanı Genaralissimo Mareşal Ferdinand Foch’un 1919 Paris Barış Anlaşması imzası sonrasında ifade ettiği tarihte çıkacaktı.

“Ce n’est pas une paix, c’est un armistice de vingt ans.”

“Bu bir barış anlaşması değil sadece 20 yıl sürecek bir ateşkes anlaşmasıdır.”

İhtiyar mareşal gerçekten de müthiş bir kehanette bulunmuştu.

II. Dünya Savaşı’nın Başlangıcı ve Türkiye

II. Dünya Savaşı; 1 Eylül 1939 tarihinde, 1919 Versay Anlaşmasının Almanya’dan kopardığı Batı Prusya veya daha iyi bilinen adı ile Polonya Koridoru meselesi ile başlayacaktır. İşin garibi, Polonya Koridoru meselesinde Almanya haklı olmasına rağmen, Hitler’in 1938 yılında Münih Konferansında Çekoslovakya meselesinde almış olduğu ödünlere rağmen (Almanya bu anlaşma ile Alman nüfusun çoğunlukta olduğu Südetanland’ı ilhak etmiş ve Çekoslovakya’nın kalanının toprak bütünlüğünü tanımıştır) bu anlaşmayı tek taraflı çiğneyerek, Çekoslovakya’yı işgal etmesi bardağı taşıran son hamle olmuştu.

Artık İngiltere ve Fransa; Almanya’nın tehdit ile daha fazla genişlemesine izin vermemeye kararlıydı.

Almanya akıllıca bir hamle ile Sovyetler Birliği 23 Ağustos 1939 tarihinde karşılıklı bir saldırmazlık paktı imza eder. Bu paktın gizli tutulan protokolünde Doğu Avrupa’nın paylaşılması yer aldı. Almanya bu protokol ile doğu sınırını güvence altına aldığı gibi, savaş ekonomisini besleyecek büyük miktarda hammadde sağlayacağı  değerli bir müttefike de sahip oluyordu.

Almanya, 1 Eylül 1939’da Polonya’ya taarruz ettiği zaman; Fransa ve İngiltere vermiş oldukları garantilerini işleterek, 3 Eylül 1939’da Almanya’ya karşı savaş ilan etti. Ardından 17 Eylül 1939’da Sovyetler Birliği Almanya ile olan protokolüne dayanarak Doğu Polonya’ya girdi. İngiliz ve Fransızlar, diplomatik bir manevra ile, Alman işgali sonucu zaten Polonya’nın ortadan kalktığını öne sürerek Sovyetler Birliği’ne savaş ilan etmedi. Polonya Savaşı bir aydan kısa sürecek, bu süre zarfında Batılı Müttefikler Almanya’nın batı sınırında hiçbir eylemde bulunmadan oturacaklardı. Almanlar bu döneme alaylı bir şekilde “Sitzkrieg” yani “oturarak savaş” adını takacaktır.

Türkiye, Almanya’nın henüz savaşa girmemiş olan müttefiki olan İtalya’ya karşı 19 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile bir anlaşma imza etti. Bu anlaşmanın hükümlerine göre Türkiye’ye bir Avrupa devleti saldırırsa (ki burada İtalya kastediliyor.) İngiltere ve Fransa Türkiye’nin yanında savaşa girecektir. Bu garantinin karşılığında Türkiye; Yunanistan ve Romanya’dan herhangi biri saldırıya uğraması halinde, İngiliz ve Fransız karşı müdahalesine destek verecek idi. Bu iki ülkeye, Fransa ve İngiltere 13 Nisan 1939 tarihinde toprak bütünlüğü garantisi vermiş idi.

Bu anlaşma İnönü Hükümetinin savaş sırasında ilk hatası olacaktır. Bu anlaşma yapıldığında Polonya’ya verilmiş olan garantiye karşın, Batılı Müttefikler harekete geçememiş, Polonya rahatlıkla Almanya ve Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmiştir. Daha da önemlisi İtalyanlar, Arnavutluk’u 7 Nisan 1939 tarihinde kansız bir şekilde işgal eder etmez sürat ile Yunanistan-Arnavutluk sınırına da yığınak yapmaya başlamıştır. İtalya’nın bir sonraki hedefinin Yunanistan olduğu açıkça anlaşılıyordu.

Türkiye, İtalya’yı caydırayım derken İtalya’ya karşı savaşa bir adım daha yaklaşmıştır.

Türkiye’yi savaşa girmekten koruyan Hitler’in kendi müttefiki İtalya’ya karşı güvensizliği idi. Berlin, Roma’yı kendi onayı olmaksızın herhangi bir maceraya girmemesi için sertçe uyarmış idi. İtalyan Ordusunun halini bilen Almanlar, kötü bir müttefikin kendilerine nasıl ağır bir yük olacağını iyi biliyordu.

Türkiye; 10 Mayıs 1940 tarihinde başlayan Fransa ve Benelüks Ülkelerine karşı Alman Taarruzu ile içinde bulunduğu rüyadan uyanacaktır.

Almanlar sayıca az olan piyade ve motorize birliklerinin eksikliğini mükemmel bir operasyonel doktrin (Blitzkrieg, Yıldırım Savaşı) ve ustaca hazırlanmış bir taarruz planı ile (Manstein Plan) kapatarak müthiş bir zafer kazanacaktı. Fransa ve Benelüks Ülkeleri bir aydan kısa bir sürede düşecektir.

İtalya ise Fransa’nın çökmesini fırsat bilerek, Almanya’nın uyarılarına karşın, II. Dünya Savaşı’na girecekti. Türkiye’nin kâbusu artık gerçek olmuştur.

Ancak Türkiye’yi zamansız bir şekilde savaşa girmekten kurtaran hamle İtalya’dan gelecektir. İtalyanlar 1911 yılında işgal etmiş oldukları Libya’daki üslerinden başlayan bir harekat ile İngiliz kontrolündeki Mısır’ı 9 Eylül 1940’da işgal etmeye başlar. Bu harekât başarısız olduğu gibi, İngilizler karşı taarruz ile İtalyan ordularının büyük bir kısmını imha eder. İtalyanların yenilgisi o kadar büyüktür ki, İngilizlerin sadece 1800 kaybına karşın yaklaşık 145,000 İtalyan askeri kaybedilir. Bir kaç düzine Matilda tankı ile İngilizler neredeyse 100,000’e yakın İtalyan askerini teslim alır. Libya’nın büyük bir kısmı da İngilizlerin eline geçer.

İtalyanlar Libya’daki hezimeti telafi etmek için Yunanistan’ı gözüne kestirir. 28 Ekim 1940’da Arnavutluk üzerinden Yunanistan’ın Epirüs Bölgesine taarruza geçerler. Berlin’den gelen sert mesajlar Mussolini’yi durdurmaz. İşte Türkiye tam bu anda kendini savaşın kıyısında bulur.

Türkiye’yi savaşa girmekten kurtaran Yunan ordusunun becerisi olur. Yunanlılar, topraklarına giren İtalyanları püskürttüğü gibi, İtalyan işgalindeki Arnavutluk’a girerek ilerlemeye başlar. 1941 yılı başında Yunan orduları İtalyanları kesin olarak mağlup etmek üzeredir.

Berlin’in sabrı bu rezaletler sonrası artık taşar. Almanların Yugoslavya üzerinden Yunanistan’a müdahale planı, İngilizlerin Yugoslavya’daki siyasi hamlesi ile boşa çıkar. Almanya bunun üzerine 6 Nisan 1941’de Yugoslavya’yı işgal etmeye başlar. Yugoslavya düştükten sonra Almanlar, müttefikleri olan Bulgarlar ile beraber Yunanistan’a taarruz eder. İngilizler; anlaşma koşullarına göre Türkiye’nin savaşa girmesini talep etse de İnönü Hükümeti bu çağrıya kulak tıkar. 30 Nisan 1941 tarihinde Yunanistan’ın işgali tamamlanmıştır.  Türkiye’nin batı komşuları arasına Almanya da girer. Diğerleri İtalya ve Mihver Devletlerine yeni katılmış olan Bulgaristan’dır.

Bu arada başka bir tehlike de İngiliz kontrolü altındaki Irak’ta belirmiştir. Almanlar; Irak’ta İngilizlere karşı bir isyan çıkarmış ve bu isyanı desteklemek için Türkiye’den “serbest geçiş” hakkı talep etmiştir. 

İnönü Hükümeti bu kez ustaca Almanları müzakere ederek oyalamış ve İngilizler bu arada Irak’a yeniden hâkim olmuştur.

Türkiye, Almanya yanlısı dış politikaya dönüyor.

Türkiye 18 Haziran 1941’de Almanya ile saldırmazlık paktını imza eder. Bu tarihten sonra Türkiye’nin konumu Almanya lehine tarafsızlık şeklinde kurulmuş olacaktır. Türkiye Alman savaş sanayi için çok kritik bir hammadde olan krom ihracatı yapacak, karşılığında Almanya’dan silah ve teçhizat alacaktır. Krom, vasıflı çelik üretiminde olmazsa olmaz bir hammadde olup, bu çelik de savaşın en önemli silahı olan tank yapımında kullanılmaktaydı.

Almanya’nın bir sonraki adımı ,22 Haziran 1941’de başlayan Sovyetler Birliği’ni işgal harekâtı olacaktı. Almanlar bu hamle ile Sovyetler Birliği ile aralarındaki anlaşmayı paktını çiğnemiş, Sovyetleri tamamen hazırlıksız bir şekilde yakalamıştır. Almanlar sınırı geçtiklerinde dahi, hammadde ve tahıl taşıyan tren katarları halen Sovyetler Birliğinden Almanya’ya geçiş yapmaktaydı.

Doğu Cephesindeki Alman zaferleri başlangıçta muazzam idi. Almanlar Eylül 1941’de kuzeyde Leningrad’a ulaşmış, merkezde Desna Nehrine erişerek Moskova ekseninde önemli bir yol kat etmiş, güneyde ise Kiev’i düşürmüş durumdadır.

1941 Ekim ayında Moskova yönünde başlayan Tayfun Harekâtı ile Alman Orduları Kremlin Sarayının kulelerini görecek kadar yaklaşmış; ancak 5 Aralık 1941 tarihli Sovyet karşı taarruzu ile Moskova’nın düşüşü son anda önlenmiştir. Almanya’nın 7 Aralık 1941 tarihindeki Pearl Harbor baskını sonrasında ABD’ye savaş ilan etmesi ile beraber, Almanya’nın savaşı kendi şartlarını dikte ettirerek kazanamayacağı kesinleşmiştir.

Savaşın birinci evresi tamamlandığında Almanya ve müttefikleri İsveç ve İsviçre hariç tüm Kıta Avrupası’na egemen olduğu gibi Alman Orduları doğu cephesinde kuzeyde Leningrad’ı kuşatmış, merkezde Moskova önlerine gelmiş, güneyde ise Rostov’u ele geçirmiştir. Ancak Mihver Devletlerinin karşısında ABD, İngiltere ve büyük insan ve toprak kayıplarına rağmen muazzam bir üretim gücü olan Sovyetler Birliği bulunmaktadır.

Bu dönemde Türkiye’nin politikası Trakya sınırında komşu haline gelmiş Almanya ve müttefiklerini kışkırtmadan, Almanya yanlısı bir politika izlemek yolu ile savaşa girmemektir. Nitekim Türkiye bu dönemde Montrö anlaşmasının hükümlerinin çiğnenmesine izin vererek Alman savaş gemilerinin Karadeniz’e çıkışına göz yummuş, özellikle Alman denizaltıları Odessa ve daha sonra Sivastopol’den tahliye harekâtı yürüten Sovyet gemilerine büyük kayıplar verdirmiştir. Bu arada Alman silah sanayi için vazgeçilmez bir hammadde olan krom satışı giderek artan sevkiyatlar ile devam etmektedir. İnönü Hükümeti’nin bu politikasını Sovyetler Birliği ve Batılı Müttefikler dikkat ile bir kenara not alacaktır.

Savaşın Dönüm Noktası ve Türk Dış Politikası

II. Dünya Savaşının ikinci evresi 1941 sonu ile 1943 Temmuz arasıdır. Bu evrede Almanların Ukrayna’dan Volga Nehri ve Kafkasya’ya doğru 1942 yazında başlattıkları iki çatallı taarruz ilk baştaki başarılarına rağmen momentumunu kaybetmiş, Almanların Eylül 1942 tarihinde Stalingrad ve Grozni eksenlerindeki taarruzları neredeyse durdurulmuş durumdadır.

Üstelik her iki eksende de taarruz eden Alman Ordularının kanatları tehlikeli bir şekilde zayıftır. Bu kanatlar moralleri düşük ve tanksavar silahları yetersiz müttefikleri (İtalyanlar ve Romenler) tarafından savunulur durumdadır.

Bu zayıflığı zekice analiz eden Sovyetler iki ay boyunca muazzam bir kuvvet hazırlayarak 18 Kasım 1942 tarihinde Alman kanatlarına başarılı olarak icra edilen Uranüs Stratejik Taarruzu ile Stalingrad’da savaşan Alman 6. Ordusunun tamamını ve 4. Panzer Ordusunun bir bölümünü kuşatarak imha etmeyi başarmıştır. Sovyet taarruzunun Rostov’a ulaşarak Kafkasya’da savaşan çok daha büyük birlikleri kuşatması son anda Almanların sürat ile birliklerini çekebilmesi sayesinde önlenmiştir.

Stalingrad Savaşı, Almanya’nın II. Dünya Savaşını kaybettiğini belirlemişti.

ABD ve İngiltere’den oluşan Batılı Güçler ise Mısır’da Alman-İtalyan Ordularını El Alameyn’de mağlup ederken, bir başka Anglo-Amerikan gücü risksiz bir şekilde Fas’a çıkarma yaparak Almanları Kuzey Afrika’da iki cepheli savaşa zorlamıştır. Nitekim 1943 Mayıs ayında Kuzey Afrika’daki tüm Alman-İtalyan Orduları teslim olmak zorunda kalacaktır.

Bu arada 14 Ocak 1943 tarihinde ABD Başkanı Roosevelt ve İngiliz Başbakanı Churchill Casablanca’da (Fas) bir araya gelir. Toplantının sonuçlarından biri de Türkiye’nin Almanya yanlısı tarafsızlığından vazgeçirilmesidir.

Hemen ardından Churchill gizlice Adana’ya gelerek İnönü ile Türkiye’nin savaşa müttefiklerin yanında katılması için teklifte bulunur. Churchill’in hedefi, ABD başkanı ve genelkurmay başkanının düşüncelerinin aksine, Türkiye üzerinden bir Balkan cephesi açarak, Alman Doğu Cephesinin arkasına dolaşmak idi. İngilizler bu harekata 25 adet hava filosu ve iki zırhlı tümen tahsis etmeyi önerse de, İnönü Hükümeti doğrudan ret yanıtı vermek yerine, İngilizleri oyalamayı tercih etmiştir.

Bu aşamada İnönü’nün Churchill’in teklifini geri çevirmesi ortada bir karardır. Almanlar, 1943 başında Kuzey Afrika ve Rusya’dan tek bir zırhlı tümen dahi çekemeyecek durumdadır. Ancak Alman hava kuvvetleri, 1942 yılında İngiliz ve Amerikan hava taarruzlarını engellemekte başarılı olduğunu göstermiş olduğu gibi, İstanbul gibi büyük bir şehre etkili bir bombardıman yapabilecek güçtedir.

Savaşın son evresine girişi belirleyen olaylar yine Doğu Cephesinde vuku bulmuştur. 1942-1943 Sovyet Kış Taarruzu, bahar aylarında momentumunu yitirmiştir. Gerçi Doğu Cephesi Sovyetler’in muazzam başarıları ile 4 ay içinde neredeyse 800 km. batıya kaymış olmasına rağmen, Sovyet Orduları hem lojistik anlamda hem de Almanların karşı darbeleri ile tükenmiş durumdadır.

1943 İlkbaharında Almanlar tüm rezervleri ile cephede bir büyük çıkıntı haline gelmiş olan Kursk’a taarruz ederek çok sayıda Sovyet Ordusunu imha edecek stratejik bir taarruz planı hazırlamaya başlamıştır.

Bu taarruza hazırlık olarak Harkov ve Belgorod’da (Bugünkü Ukrayna) yapılan manevralara yüksek rütbeli Türk subayları da gözlemci olarak katılmıştır. Heyetin başında Türkiye’yi temsilen Orgeneral Cemil Cahit Toydemir bulunuyordu. Türk heyeti, Hitler ile de buluşarak kısa bir görüşme yapmıştır. Hitler’in bu görüşmede Mareşal Keitel’a dönerek, Türkiye’ye yapılan tank sevkiyatının (Panzer IV tankları) devam edip etmediğini teyit etmesi çok önemli bir detaydır. Almanya için o dönemde tek bir tankın dahi önemli olduğu düşünülürse, Türkiye’den aldığı kromun Alman savaş sanayii için kıymeti ortaya çıkar. Nitekim 1943 yılından itibaren Almanlar, tank eksikliğini kapatmak amacı ile, Panzer III gibi eski tip tanklarının şasilerini kullanarak kundağı motorlu tanksavar (Panzerjager) araçlarına hızla çevirmeye başlamıştı. Buradaki amaç, 1:3 oranda sayısal üstünlüğe ulaşmış Sovyet tanklarına karşı bir denge yaratabilmek idi. Almanlar için hayati bir eksiklik olan tank eksikliğine rağmen, Türkiye’ye ihraç edilen Panzer IV tanklarının  1945 yılına kadar Alman zırhlı kuvvetlerinin belkemiği olarak kaldığını not düşelim.

Hoş; Türkiye için de krom ihracatı karşılığı aldığı tankların aslında bir kıymeti yoktur. Bu takas yöntemi, savaşa girmeme üzerine politika güden ve temel ihtiyaç maddelerinin tamamının karneye bağlı olduğu bir ülkenin krom satışını yapmak zorunda kalmasını gizlemekten başka bir şeye yaramamaktadır.

Orgeneral Toydemir’in ziyaretinde Almanların yeni tankları olan Tiger tanklarının sergilenmesi de önemlidir. Bu tanklar, halihazırdaki tank sınıfına göre iki kuşak ileri olup, kavram olarak bugünkü ana muharebe tanklarının öncüsü sayılabilir. Bu tankların tüm marifetlerinin bu ziyarette sergilenmiş olması Türkiye-Almanya yakınlığının bir göstergesidir.

Müttefikler bu ziyareti öğrenince kıyamet kopacak, Türkiye hakkında Batı basınında ağır yazılar çıkacaktır.

Almanya’nın Temmuz 1943 tarihinde başlattığı Kursk Harekâtı (ki tarihin en büyük tank savaşı bu harekatta gerçekleşmiştir.) tam bir fiyasko ile neticelenir. Taarruzu önceden tahmin eden Sovyetler, bu taarruzu başarı ile karşılayarak tüm rezervlerini harcamış olan Almanlara karşı, aynı noktadan büyük bir karşı taarruza başlar. Sovyet taarruzları dur durak demeden 1943 sonunda Dinyeper Nehrine ulaşır. Almanların elindeki Kırım’ın cephe ile kara bağlantısı kesilir.

Kırım hem Balkanlar hem de Türkiye için son derece önemlidir. Kırım’ı elinde tutan güç rahatlıkla bu yarımadayı büyük bir uçak gemisi olarak (Kırım-İstanbul arası kuş uçuşu ile 545 km.’dir) kullanabilir.

Keza Hitler, Türkiye’nin tarafsızlığını korumak ve Almanya’nın müttefikleri olan Romanya ve Bulgaristan’ı kendi safında tutabilmek için Kırım’ın son asker ve kurşuna kadar savunulmasını emreder.

Stalingrad Savaşı Almanların savaşı kaybettiğini belirleyen dönüm noktasıdır. Kursk ise Almanların savaşı topyekûn kaybettiğini belirleyen son milat noktası olacaktır.

1943 yılı içinde Alman hava güçleri, Almanya’ya etkin bir şekilde hava taarruzlarında bulunmaya başlayan Anglo-Amerikan hava güçlerine karşı Batı Avrupa’ya çekilmiş durumdadır. 1943 yılında Alman şehirleri harabeye dönerken, her iki tarafın da hava gücü ağır kayıplar vermiştir. Türkiye ilk defa büyük çaplı Alman hava taarruzu tehdidinden tamamen uzaklaşmıştır.

Batılı Müttefiklerin Temmuz 1943’de Sicilya’ya çıkması, Eylül 1943 tarihinde de İtalyan anakarasını işgal etmeye başlaması ile beraber; Almanya’nın Türkiye’yi önemli ölçüde tehdit edebilecek potansiyeli kalmamıştır.

Batılı Müttefiklerin Türkiye’nin savaşa girmesi yönündeki çabaları

Türkiye için en önemli dönemeçlerden biri de 1943 sonunda bir dizi olay ile bir anda ortaya çıkar. ABD Başkanı Roosevelt, İngiliz Başbakanı Churchill ve Sovyetler Birliği’nin tek adamı Stalin 28 Kasım 1943’de İngiliz-Sovyet işgali altındaki Tahran’da bir araya gelirler. Tahran Konferansı, yeni dünya düzeninin tüm liderler düzeyinde müzakere edildiği ilk konferanstır. Konferansta Stalin, Türkiye’nin derhal Müttefikler safında savaşa sokulmasında ısrarcı olur. Stalin’in bu önerisine, Churchill de iştirak eder. Stalin’in önerisi bitmez tükenmez kapasiteye sahip olduğu düşünülen Sovyet insan gücünün muazzam kayıplar ile tükenmiş olması gerçeğine dayanmaktadır. Stalin kısaca, Batılı Müttefiklerin Türkiye üzerinden cephe açarak, savaşa gerçek anlamda ortak olmasını istemektedir.

Churchill ise, savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin Balkanlara ve Doğu Avrupa’ya yayılmasının önünü almak üzere Balkan cephesini açmayı hedeflemektedir.

Roosevelt’in görüşü ise Türk Ordusunun donatılmasının ve harekata hazır hale getirilmesinin kolay olmadığı; Türkiye üzerinden açılacak bir cephenin lojistiğinin güç olacağı düşüncesine dayanmaktadır.

Tahran Konferansı dağıldıktan sonra; Churchill’in ısrarı ile İnönü, Roosevelt ve Churchill ile 4 Aralık 1943 tarihinde Kahire’de gizlice toplanır. İnönü’nün amacı Türkiye’nin tarafsızlığını muhafaza etmek, Roosevelt’in amacı ise yaklaşık 6 ay sonra başlayacak olan Normandiya Çıkartması öncesi, Türkiye üzerinden bir maceraya girmemektir. İnönü bu noktada askeri ve ekonomik destek taleplerini çok yüksek düzeyde tutarak, oyunu bir bakıma Roosevelt ile beraber Churchill’e karşı oynamıştır.

Konferans sonucunda Türkiye tarafsızlığını muhafaza edecektir. İnönü’nün tek verdiği ödün İncirlik’te kurulması düşünülen bir üstür. Bu üs de İnönü döneminde kurulmayacak, Türkiye NATO’ya girdiği zaman kurulacaktır.

1943 sonunda Türkiye savaşa girmese dahi Almanya’ya krom sevkiyatını durdurarak müttefikler safında hareket eden bir tarafsız ülke olarak davranmış olması gerekirdi. Türkiye’nin Almanlara yönelik krom sevkiyatı devam ettiği gibi, İnönü’nün görüşmeleri çıkmaza sokmak üzere karşılanamaz talepler ileri sürerek uzatmış olması Batılı Müttefiklerin tavrının değişmesine yol açacaktır.

Türkiye, Almanya yanlısı dış politikayı terk ediyor.

8 Nisan 1944 tarihinde Sovyetler, kuşatmış oldukları Kırım’a karşı taarruza başlarlar. 20 Nisan 1944’de Türkiye Müttefiklerin kendisine iletilen ültimatom niteliğindeki notalar sonucunda krom sevkiyatını durdurur. 12 Mayıs 1944 tarihinde Kırım tamamen Sovyetlerin eline düşecektir.

6 Haziran 1944’de Müttefikler Normandiya’ya çıkar. 22 Haziran 1944’de ise Sovyetler insanlık tarihinin en büyük askeri harekatını yani Bagration Harekatını başlatır. Bagration Harekatı, tüm Alman Merkez Ordular Grubunu imha eder. Sovyetler 5 haftada Rzhev’den Varşova önlerine kadar yaklaşık 1100 km. ilerler.

Ağustos 1944’de ise Sovyetler başka bir büyük taarruz ile Almanya’nın müttefiki olan Romanya’yı çökertirler. Romanya ve Bulgaristan, Sovyetler Birliği ile anlaşarak, bu kez eski müttefikleri Almanya’ya karşı savaş ilan eder. Almanlar, sürat ile Balkanlar’da henüz imha edilmemiş birliklerini Yugoslavya ekseninden kuzeye çekmek için zamanla yarışmak zorundadır. Artık Türkiye’nin Balkanlarda yeni bir komşusu vardır: Sovyetler Birliği

Türkiye, Almanya ve müttefikleri ile olan tüm diplomatik ilişkiyi Ağustos 1944’de keser.

1944 sonunda Sovyetler Almanya’nın son müttefiki olan Macaristan’ın başkenti olan Budapeşte’yi kuşatmış, Alman topraklarına ilk defa ulaşarak Doğu Prusya sınırına adım atmış, daha güneyde önemli bir fiziki engel olan Vistula üzerinde üç köprübaşı tutmuştur. Bu köprübaşları yakın zaman içinde Almanya’nın ölüm fermanını simgeleyecektir.

Batılı Müttefikler, Normandiya Çıkartmasından sonra 2 ay içinde Alman savunmasını büyük sayısal ve nitelik üstünlüklerine rağmen ancak kırabilmiş, Anglo-Amerika taarruzları 1944 sonunda Hollanda, Aachen ve Ardennes ekseninde duraklamışlardır.

1945 yılı 12 Ocak 1945 tarihinde Sovyetler’in Vistula Nehri üzerinden başlattıkları stratejik taarruz ile başlar. Bu taarruzun bir kolu merkezde Alman Ordularını ezerek, merkezi Polonya’yı geçip Oder Nehrine ulaşır. Sovyetler Berlin’in 40 km. yakınına ulaşır.

Türkiye 23 Şubat 1945 tarihinde, Müttefiklerin oluşturmuş olduğu Birleşmiş Milletler’e katılabilmek için Almanya ve Mihver Devletlerine savaş ilan eder. Birleşmiş Milletler’e katılım şartı, 1 Mart 1945’den önce Mihver Devletlerine savaş ilan etme prensibine dayalıdır.

Müttefikler savaş sonrası dünya düzenini müzakere ediyor.

Müttefikler, savaşın 2. önemli konferansını 4 Şubat 1945 tarihinde Kırım Bölgesinde yer alan Yalta’da toplarlar. Yalta Konferansı’nda alınan kararlar tam 45 yıl Dünya’nın kaderini belirleyecektir. Bu konferans sağlığı zaten çok bozuk olan Roosevelt’i çok yoracak, ABD Başkanı 2 ay sonra hayatını kaybedecektir.

Yalta, iki süper gücün Dünya’yı nasıl etki alanlarına böldüklerini müzakere ettikleri bir konferanstır. Konferansta anlaşma sağlanamayan konular savaş sonrası yapılacak büyük konferansa bırakılmıştır.

Türkiye meselesi de müttefikler için üzerinde tam anlaşma sağlanmamış bir konudur. Ancak Türkiye bu konferansta “Mihver Devletlerine yardım etmiş ve savaşın bir şekilde uzamasına neden olmuş bir ülke” kategorisinde değerlendirilmiştir.

Yalta Konferansı’nın hemen ardından 19 Mart 1945 tarihinde Sovyetler Birliği, Türkiye’nin Moskova Büyükelçiliğine 1925’te tesis edilmiş olan “Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşmasını” fesih edildiğini bildirir. Sovyetler akıllı bir manevra ile bu anlaşmanın yenilenmesi için Türkiye’nin tekliflerini beklediklerini ifade eder. Diğer bir deyişle, Sovyetler masaya oturmadan önce dahi ceplerine kalıcı ödünler koymak niyetinde idi.

Avrupa’da savaş Berlin’in ve Almanya’nın düşmesi ile beraber Mayıs 1945 tarihinde bitecektir. Uzakdoğu’da ise savaş Japon anakarasına yaklaşmış, Okinawa, Çin, Borneo ve Filipinler’de halen çok kanlı çatışmalar ile sürmektedir. Amerikan B-29 ağır bombardıman uçakları son 1945 yılının ilk 5 ayında Japon şehirlerini tamamen napalm bombardımanları ile kül etmiş, milyonlarca sivil hayatını bu dönemde kaybetmiştir.

Haziran 1945’de Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov ile yapılan görüşmelerde, Molotov Boğazlarda talep ettikleri ödünleri almadan, Türkiye ile anlaşma yapılmayacağını açıkça belirtti.

17 Temmuz-2 Ağustos 1945 arasında toplanan meşhur Potsdam Konferansı ile Müttefikler yeni dünya düzenine son şekli vermeye çalışırlar. Konferans; yeni ABD Başkanı Truman ve Stalin’in müthiş bir diplomasi mücadelesine sahne olur. Truman’ın cebinde Los Alomos’da başarı ile denenmiş olan atom bombası kartı ve muazzam bir Amerikan-İngiliz stratejik hava gücü vardır. Stalin ise masaya müthiş Alman Silahlı Kuvvetleri’nin tüm savaştaki kaybının %85’ini verdiren ve Elbe Nehrine kadar tüm Doğu ve Orta Avrupa’yı işgal etmiş olan Kızıl Ordu kartını koyacaktır.

Bu arada konferansın tam ortasında yani 26 Temmuz 1945’de Churchill, İngiltere seçimlerini kaybettiği haberini alır. Churchill derhal Potsdam’dan ayrılır. Konferansa, İşçi Partisi lideri yeni Başbakan Clement Attlee devam edecektir.

1945 İngiltere seçimleri ve iktidarın el değiştirme şekli demokrasinin kurumsallaşmasına mükemmel bir örnektir.

Potsdam Konferansının daha önemsiz gündem maddeleri içinde yer alan Türkiye meselesinde ise Türkiye’nin cezalandırılması ve Sovyetler Birliği’nin Boğazlar üzerindeki taleplerinin desteklenmesi kararı alınır. Sovyetlere verilmiş olan bu ödün Batılı Müttefiklerin gözünde önemsiz bir ödündür.

Batılı Müttefikler, Sovyetler Birliği’nin Japonya’ya savaş ilan etmesi sözünü almış, diğer yandan da Sovyet işgali altında olan Balkanlar, Doğu ve Orta Avrupa’da serbest seçimler yapılacağı garantisini aldığını düşünmüştür. Stalin ise kazanç olarak, savaş sonrası dünya düzeninde  Sovyet nüfusunun tanınmış olmasını cebine koymuştur. Tam bir reel diplomasi ustası olan Stalin, ABD’deki casusluk ağı ile atom bombası gelişimini takip etmiş, konferansta Roosevelt’in “çok güçlü ve görülmemiş bir silah” geliştirildiğini ifade etmesine sadece omuz silkmiştir.

Başkan Truman, eski başkan Roosevelt’in aksine Sovyetler Birliği’nin Avrupa’daki niyetleri konusunda derin bir şüphe taşımakta idi. Bu şüphe, Pasifik Savaşı’nın diğer önemli parametreleri ile birleşecek ve 6 Ağustos 1945’de Japonya’nın Hiroşima Şehrine atom bombası atılacaktır. Bombanın atılması Japonya’yı teslime zorlamak kadar, Sovyetler Birliği’ne bombanın gücünü göstermek amacını taşımaktadır.

Potsdam’dan sonra Stalin ve Truman, bir daha bir araya gelmeyecektir.

Sovyetler Birliği 9 Ağustos 1945 tarihinde, Avrupa’daki savaşın bitiminden tam üç ay sonra, Batılı Müttefiklere söz verdiği gibi Japonya’ya savaş ilan eder. Sovyetler Birliği, Mançurya Stratejik Taarruzu ile Moğolistan, Mançurya ve Kuzey Kore’yi, Japon ordularını kâğıt gibi ezerek, tam 11 günde ele geçirir. Sovyetler Birliği’nin bu başarılı taarruzu ile 9 Ağustos 1945 tarihinde ABD’nin Nagazaki’ye atmış olduğu 2. atom bombasının etkisi birleşir ve Japonya kayıtsız ve şartsız olarak teslim olur.

II. Dünya Savaşı sona ermiştir ama Müttefiklerin Türkiye ile hesabı bitmemiştir.

Müttefikler savaş sonrası Türkiye’ye karşı baskılarını arttırıyor.

ABD ve İngiltere, Boğazlar konusunda Sovyet taleplerini bir noktaya kadar desteklemektedir. Eylül 1945’de toplanan Müttefik Devletler Dışişleri Bakanları kurulu, Montrö Anlaşması’nın değiştirilmesi anlamında belli prensipler üzerinde anlaşmasına rağmen, ilave olan Sovyet talepleri sonucunda tam bir mutabakata varamaz. Türkiye bu toplantıya davet dahi edilmemiştir.

Yine de Boğazlar konusundaki değişiklik talebi ile ilgili olarak; Kasım 1945’de ABD ve İngiltere ayrı ayrı olmak kaydı ile Türkiye’ye notalar verir. Bu notaların dili diplomatik bir şekilde de olsa, temel olarak Sovyetlerin Boğazlar üzerindeki taleplerini kısmen destekler durumdadır. Sovyetler, 1946 yılına girildiğinde Türkiye üzerindeki baskılarını arttırır. Sovyet talepleri;  Boğazlar’da askeri üs verilmesi ve Karadeniz ülkelerinin (ki tamamı Sovyet işgali altında idi.) engelsiz bir şekilde Boğazları kullanması ile sınırlı kalmayıp; Kars ve Ardahan’ın da Sovyetler Birliği’ne terk edilmesini içeriyordu.

Türkiye’yi bu ağır baskıdan kurtaran gelişme, Polonya meselesi oldu. Malum II. Dünya Savaşı’nın fitili, Polonya üzerindeki anlaşmazlık ile yakılmıştı. Savaştan sonra Sovyetler Birliği, Polonya başta olmak üzere, Almanlar’dan “kurtardığı” tüm ülkelerde komünist rejimler kurmaya başlamıştı. Polonya’nın kaderi de farklı olmayacaktır.

Sovyetler Batı Avrupa’da da rahat durmuyordu. Sovyetler sürat ile Fransa ve İtalya’daki komünist partileri de desteklemeye başlamış, bu partiler genel seçimlerde umulmadık oranda oy almıştır. Çekoslovakya dışında, tüm ülkelerde komünist partiler devletin kritik kademelerini ele geçirmiştir. Batı yanlısı aydınlar ve siyasetçiler bir şekilde ya tutuklanmakta veya garip şekilde ortadan kaybolmaktadır. Yunanistan’da da kanlı bir iç savaş çıkmış, komünistler başlangıçta zafer kazanacak gibi durmakta idi.

Uzakdoğu’da ise Amerikalılar Çin’deki merkezi hükümeti desteklemelerine rağmen, Mao yönetimindeki komünist gerillalar kırsal kesiminde hâkim hale gelmiştir. Sovyetler, Kuzey Kore’den çekilmediği gibi, Kore’yi rejimsel anlamda ikiye bölmek için hamle yapar durumdadır. Aynı şekilde Sovyetler ve Çin komünistleri, Kuzey Vietnam’da Fransızlara karşı mücadele eden gerillalara yardımda bulunmakta idi.

Üstelik Stalin bütün bunların üzerine işgal edilmiş Japonya’da, aynı Almanya’daki gibi Sovyetler Birliğine ayrı bir işgal bölgesi verilmesini talep etmekte idi.

Amerikalılar bu arada artan Sovyet baskısına karşı, 6 Nisan 1946 tarihinde, vefat eden Türk Büyükelçisinin cenazesini, zırhlı savaş gemisi Missouri ile gönderdiler. Bu gemi aynı zamanda Tokyo Körfezinde Japonya’nın teslim protokolünün imza edildiği gemidir.

1946 yazında Karadeniz’de Sovyet savaş gemilerinin hareketliliği arttığı gibi, Bulgaristan’da konumlandırılmış  Sovyet zırhlı tümenlerinin sayısı artmaya başladı.

Derken 7 Ağustos 1946’da Sovyet ültimatomu Türkiye’ye ulaştı. Ültimatom kaba bir dil ile Boğazlar rejiminin derhal Sovyetler Birliği’nin talepleri doğrultusunda değiştirilmesini talep ediyordu. Ültimatomda Türkiye’nin savaşta Montrö Anlaşmasını nasıl Almanya lehine çiğnediği yer alıyordu. Türkiye’nin talebi üzerine ABD deniz müdahale gücü sürat ile bölgeye gelir. Ardından ABD ve İngiltere, Türkiye’ye olan garanti ve desteklerini açıklarlar.

Stalin; II. Dünya Savaşındaki müthiş insan ve materyal kayıplarının farkındadır. Üstelik Sovyet atom bombası programı henüz yeni başlamıştır. Türkiye üzerinden yeni bir maceraya girmek yerine, müttefiklerin gücünü ve sabrını daha sonra 1948’de Berlin üzerinde  deneyecekti. Bu arada Orta Avrupa’nın son demokratik ülkesi olan Çekoslovakya’da darbe yaptıracak, Çin’i ise Mao’ya verdiği destek ile Batılıların elinden koparacaktır.

Türkiye’nin II. Dünya Savaşına girmeme politikası çok doğru bir stratejiye dayanmaktadır. Ama bu politika uygulanırken çok fazla hata yapılmış, en önemli hata ise Alman yanlısı dış politikadan geç dönülmesi olmuştur.

Türkiye savaştan sonra Sovyet baskısından kurtulmak için ABD’ye yanaşmak ile doğru karar vermiş ancak yine Soğuk Savaşın dinamiklerini tam okuyamadığı için kendini Batı Dünyası’na tam olarak teslim etmişti. 

Atatürk’ün Batı Dünyası’nın bilimsel, ekonomik, siyasi ve sosyal anlamdaki ileri unsurlarını alarak, bağımsız ve prensipli bir dış politika ile ekonomi politikası uygulama prensibi ne yazık ki unutulmuştu.

Burak Köylüoğlu

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!