Yeni Soğuk Savaş ve Ukrayna Savaşı Nereye Gidiyor?

Burak Köylüoğlu

Küresel sistem pandemi öncesinde yeni bir soğuk savaşın ilk safhasındaydı. 2020 Ocak ayı içinde Çin’in Wuhan eyaletinden gelen ilk Covid-19 vakalarının haberleri bu müthiş mücadeleye bir mola verdi. Bu kısa ateşkes, tam iki yıl sonra Ukrayna Savaşı ile bozuldu.

Ukrayna Savaşı’nı Batı basınından izlerseniz, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ederek başlattığı bir bölgesel çatışma olarak değerlendirebilirsiniz. Bugün Washington Post, The Economist, Wall Street Journal, Reuters, Bloomberg gibi kaynaklar savaşı Putin’in savaşı olarak tanımlandırıyor ki, doğru görünen ama bütünün içinde eksik bir tanım. Rusya-Ukrayna Savaşı tipik bir “proxy war” yani bir vekalet savaşı.  Bu savaşın örneğin ABD’nin büyük bir yenilgi almış olduğu Vietnam Savaşı ile temelde bir farkı yok.

 Bu yeni savaşın esas tarafları, Batı Dünyası ile Çin-Rusya eksenidir.

O zaman neden yeni bir Soğuk Savaş var sorusuna yanıt aramamız gerekiyor. Çünkü genel olarak tüm sıcak ya da soğuk savaşların insanoğlunun gelişimini yavaşlattığını ve mücadelenin toplam maliyetini tüm taraflara yüklediğini biliyoruz. Batı literatürüne göre Napolyon Bonaparte, Alman imparatoru Kayzer II. Wilhelm, Adolf Hitler, Joseph Stalin ve Vladimir Putin uluslararası sistemi ve dengeyi bozan otokratlar olarak modern tarihin en büyük savaşlarını yaratmış olan liderler olarak tanımlanır. Örneğin zamanın genç ve yakışıklı ABD Başkanı John F. Kennedy’nin Vietnam’a ilk muharip Amerikan askerlerini yollamış olduğu pek bahsedilmez.

Bu bilgi karmaşası içinde küresel sistemde ne olup bittiğini anlayabilmek için jeopolitik ve oyun teorisinin zamansız ilkelerini hatırlamak gerekir.

Küresel ekonomik yarışta kazan-kazan prensibi yoktur.

İlk önce şu prensip ile başlayalım: Küresel sistem içinde barış, soğuk savaş veya sıcak savaş içinde win- win yani kazan- kazan olarak tanımlanan bir durum yoktur. Aksini iddia edenin Reelpolitik kavramından haberi yoktur.

Tüm oyuncuların, temel hedefi küresel ekonomi içinde yaratılan toplam katma değer içindeki paylarını arttırmak ve bu kazanımı orta-uzun vadeli olarak sürdürmektir. Örneğin son yıllarda, ABD liderliğindeki Batı Bloku’nun en önemli hedeflerden biri, dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelmiş Çin’in küresel ekonomiden aldığı paydaki artışı sınırlandırmak ve Çin ekonomisinin rekabetçilikteki ve teknolojideki yükselişini dizginlemektir.

Çin 1990-2010 döneminde küreselleşmenin motoru olmuş, Çin’in ucuz işgücü dünya ekonomisine düşük enflasyon-yüksek büyüme olarak yansımış, daha da önemlisi Batı-Çin arasında oluşmuş olan muazzam dış ticaret açığı, Batı’nın gevşek para politikasının temeli olmuştur. Çin faktörü olmasaydı, küresel sistemde bu kadar uzun bir dönemde bol para ve düşük faiz dönemi sürdürülemezdi. Ancak Çin bu dönemde Batı’nın teknolojik gelişimini kendi için çok daha büyük bir kaldıraca dönüştürerek, korkulan bir ekonomik süper güç haline geldi. Tıpkı 19 yüzyıldaki İngiltere’nin yarattığı sanayi devrimlerinin ABD’nin prodüktivitesini ve verimliliğini diğer uluslardan daha fazla arttırdığı gibi.          

ABD yönetimleri, kendi ülkelerinin 1776 yılında bağımsızlık savaşına başladıkları tarihten tam 95 yıl sonra 1871’de dünyanın nasıl en büyük ekonomisi haline geldiklerinin dersini iyi öğrenmiştir.

Veya II. Dünya Savaşı’nın mağlupları olan Batı Almanya ve Japonya’nın savaştan sonra 25 yıl içinde Bretton Woods Sistemi içinde nasıl Batı Dünyası içinde 2. ve 3.  ekonomileri haline geldiği, yarattıkları cari hesap dengesi fazlalıkları ile nasıl Bretton Woods Sistemi’ni çökerttikleri de ayrı bir hikayedir.

Büyük ekonomik kazanımlar, her zaman büyük askeri ve politik güce dönüşür.

ABD’nin büyük ekonomi gücünün 1871-1945 arasında nasıl büyük bir askeri ve politik güç haline gelmiş olduğu da ayrı bir hikayedir. Size çok şaşıracağınız bir örneği rakamlar ile vereceğim. Dönemin ekonomik devi olan ABD, I. Dünya Savaşı’na 1917’de katıldığı zaman, Fransa’ya sevk edilen Amerikan askerlerinin pek az ağır silahı vardı. Amerikalılar ağır toplarını, uçaklarını ve hatta ağır makineli tüfeklerini İngiliz ve Fransızlardan ödünç almışlardı. Savaş kazanıldığı zaman İngiliz ve Fransızlar, Amerikan Başkanı Wilson’ı barış görüşmelerindeki etkisini iyice sınırlamışlar ve hatta başkanın gönülsüz olarak imzaladığı Versay Barış Anlaşması, ABD Senatosu tarafından reddedilmişti.

ABD 1918’de büyük ekonomik ve finansal güç olmasına rağmen, politik ve askeri olarak ikinci sınıf bir güç idi. Sadece 27 yıl sonra, 1945 Nisan ayında,  Amerikalılar bir tarafta 3.5 milyon asker ve binlerce tank ile Almanya’da Ren Nehrini geçerken, Almanya’dan binlerce kilometre ötede tarihin görmüş olduğu en büyük donanması (11 tam boy uçak gemisi, 6 hafif uçak gemisi, 22 eskort uçak gemisi ile) eşliğinde Okinawa’ya taarruz ediyor, aynı anda binlerce dört motorlu ağır bombardıman uçakları ile Alman ve Japon şehirlerini bombalayarak harap ediyor, aynı zamanda ise tarihin en büyük bütçeli askeri projesi olan “Manhattan Project” yani atom bombası programını tamamlıyordu. ABD savaşın son safhasında ve 1945’ten sonra Batı Dünyası’nın askeri, ekonomik ve politik tek lideri olacaktı. Dikkat ediniz bu inanılmaz değişim sadece 27 yılda gerçekleşti. Üstelik aradaki korkunç 1929 Büyük Depresyonu’na rağmen…

Bu örnek bize büyük ekonomik bir gücün kısa zamanda nasıl büyük bir politik ve askeri güce dönüşeceğini gösteriyor.

Bugün Çin; Batı Pasifik ile Güney ve Doğu Çin Denizi içinde bir çatışma çıkması halinde Amerikan hava ve deniz güçlerine ağır kayıp verdirebilecek bir askeri güce son on yılda kavuştu. Örneğin Pentagon’un olası bir Taiwan savaşına ilişkin yürüttüğü son simülasyonunda Çin’in ABD-Japon deniz ve hava gücünün önemli bir kısmını imha edebileceğini ve aynı anda Tayvan’ı devasa kayıplarla da olsa işgal edebileceğini gösterdi. Bu senaryolar kısa vadede bir çatışma çıkacağını göstermekten öte, Çin’in ekonomik gücünün nasıl askeri alana katkıda bulunduğunu gösteren bir örnek. Çin’in son yirmi yılda bir politik büyük güç haline gelmiş olduğu da ayrı bir gerçek.

Savaş her zaman politikanın bir devamıdır.

Yukarıdaki başlık, Batı Dünyası’nın en büyük stratejisyenlerinden biri olan Carl von Clausewitz’e (1780-1831) aittir. Örneğin Prusya şansölyesi Otto von Bismarck’ın Fransa’yı ve imparator III. Napolyon’u kaybedeceği bir savaşa çekerek (Fransa-Prusya Savaşı, 1871) Birleşik Almanya’yı kurması bu stratejinin en güzel örneğidir.

Veya ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in 1940 yılında Japonya’ya karşı tam ambargoya başlayarak, bir Japon taarruzunu (1941 Aralık Pearl Harbor Baskını) bilinçli olarak davet etmesi benzer bir prensibe dayanır. Başkan Roosevelt açıkça bir saldırı olmadığı takdirde II. Dünya Savaşı’na katılmak için Senato’yu aşamayacağını çok iyi biliyordu. Hoş Amerikalılar bu taarruzu Filipinler’de beklerken, Japonlar uçak gemileri grubunu gizlice Hawai Adaları’nı vuracak kadar yaklaştırmış, Amerikan donanmasına sıkı ve beklenmedik bir darbe vurmuştu.  

Nükleer silahların geliştirilmesinden sonra savaş bir ölçüde politikanın aracı olmaktan çıkmıştır. Ancak İsrail’in 1948 sonrası tercih ettiği zaman ve noktada savaşı hedeflerine ulaşmak için kullanması, Sovyetler Birliği’nin 1980 yılında Afganistan’ı işgale itilmesi, Irak’ın 2004 yılında ABD’nin liderliğindeki koalisyon tarafından işgali bu ölümsüz prensibin devam ettiğine dair güzel misallerdir.

Rusya’nın Ukrayna batağına çekilmesi 2008 yılından beri Amerikan-İngiliz politikalarının bir sonucu idi.  Bu politika Rusya’yı bir açmazın iki boynuzu arasına sıkıştırmakta başarılı olmuştu. Ruslar ya Ukrayna’nın bir AB üyesi ve hatta belki de bir NATO ülkesi olmasına izin vererek, NATO’nun Dinyeper’e kadar doğuya sokulmasına izin verecek ya da ülkeye politik ya da askeri bir müdahalede bulunacaklardı. 2014’ten sonra Ruslar politik bir müdahalede bulunabilecek tüm fırsatları tüketmişlerdi. Ruslar için açmazın kalan tek boynuzunun tek seçeneği savaştı.

Savaşı da kısa zamanda kazanmalarının tek yolu Varşova Paktı’nın temel stratejisini uygulamak idi: Bunun anlamı yerleşim alanlarını büyük sivil kayıplar yaratmak pahasına nötralize ederek (gerekirse taktik nükleer silahlar kullanarak) büyük şehirleri güçlü birer savunma noktası halinden çıkarıp, Ukrayna askeri gücünü şehirlerin dışında kitlesel bir mekanize birlik harekâtı ve yoğun topçu/roket bombardımanı bileşimini içeren klasik Sovyet doktrini ile imha etmekti.

Ancak 1950-1960’ların III. Dünya Savaşı doktrini, 2022 yılının bölgesel bir savaş için Rus ölçülerine göre dahi fazla kanlı ve sert idi. Ruslar Ukrayna’nın hayati merkezlerine kısa sürede ulaşamayınca, savaş Rusya’nın yıpratıldığı modern bir topçu savaşına dönüştü. Bu savaş kasaba kasaba, köy köy savaşılan ve karşılıklı olarak topçu ve roket bataryalarının düellosunu içeren uzun bir savaş olacak.

Sadece bu savaşı analiz ederken şu gerçeği unutmayın: Sovyetler Birliği şu an savaşın devam ettiği bölgeyi Almanlar’dan kurtarmak 1941-1944 arasında tam 5.5 milyon kişi kaybetti. Bu rakam bugünün dünyası için bir istatistik ama Ruslar için asla unutulmayacak bir anı.1   

Rusya’nın enerji silahı ilginç sonuçlar yaratacak.   

Savaş öncesi Brent petrolü varil başına 79 USD idi. Savaşın ilk safhasında 133 USD’a kadar çıktı. Şimdi ise 92 USD düzeyinde. ABD Başkanı Biden’ın Temmuz 2022’de Körfez ülkelerine olan seyahati ve Suudi Arabistan’ın de facto lideri Veliaht Prens bin Salman ile görüşmesi petrolde son dengeyi oluşturdu. OPEC petrolün varilini 100 USD üzerinde tutmayı hedefliyor ama ABD’nin cebinde Körfez ülkelerini “ikna” edecek başka yöntemleri var. Bugünkü OPEC 1973’te 23 USD’lık ham petrolü bir yıl içinde 63 USD’a kadar yükseltme gücüne sahip bir OPEC değil. ABD’nin havuçları ve sopaları Orta Doğu’da epey bir etkin. Araplar 1973’de alternatif bir süper güce yani Sovyetler Birliği’ne yanaşabilme seçeneğine sahipken, şimdi ise Arap hükümdarlarının önlerinde kuvvetli sopa var: Turuncu ya da isteğiniz bir rengi isimlendirebileceğiniz bir devrim bu hanedanların en büyük korkusu.

Daha da önemlisi, yüksek petrol fiyatı insanlık için iyi bir şey. Rusların enerji silahı korkunç bir cari hesap fazlası oluştururken, yüksek petrol fiyatları gizliden gizliye müthiş bir ekonomik değişimi tetikliyor. Karbon kökenli enerjiye bağımlılık bu savaş ile köklü bir şekilde azalacak ve 1973 Petrol Ambargosu nasıl kaya gazı (shale gas) tekniğinin geliştirilmesini sağladıysa, Ukrayna Savaşı da benzer bir devrim yaratacak.

Savaşın kaybedenleri şimdiden belli iken, kazananları kim?

Savaşın en büyük iki kaybedeninin Ukrayna ve Rusya olduğu şüphesizdir. İkinci önemli kaybedeninin ise Almanya-Fransa ekseni olduğunu AB’yi saran enerji krizi ve İtalya başta olmak üzere yüksek borçlu AB üyelerinin durumu gibi nedenler ile tahmin edebiliriz. AB; hem yüksek enflasyon hem de resesyon tehlikesi ile aynı anda mücadele etmek zorunda kalmıştır. Üstelik AB’nin hayati endüstrileri şu an enerji temin edememe riski ile karşı karşıyadır.   

Savaşın en önemli kazananı Amerika Birleşik Devletleri’dir. ABD, politik anlamda AB’nin Polonya, Romanya gibi yeni üyelerini Almanya-Fransa ekseninden uzaklaştırarak kendisine yaklaştırmış, misyonu tartışmalı hale gelmiş NATO’yu ayağa kaldırmış, tarım, enerji ve savunma sektörlerine yeni kazanç kapıları açmıştır. Üstelik ABD esnek ekonomi politikaları ile pandemi sonrası, savaşa rağmen ekonomisini canlı tutmayı başarmıştır.

Kısa vadede enerji üreticisi ülkeler savaşın kazananları olarak görünüyor. Ancak yukarıda bahsettiğim enerji dönüşümü bu ülkelerin ekonomik temelini orta-uzun vadede sarsabilir. Kaldı ki, bu ülkeler, kısa vadedeki yüksek kazançlarını yeni nesil silah sistemlerine ve Batılı şirketlerin yürüteceği devasa altyapı yatırımlarına harcamaya kolayca ikna edileceklerdir.

Bütün savaşların bir mantığı ve hedefi vardır. Ancak Ruslar Ukrayna Savaşı’nı değerlendirirken, Çöl Tilkisi Mareşal Erwin Rommel şu sözünü hatırlasalar iyi olur:” Kazanacağın zaman bir şey elde edemeyeceğin hiçbir savaşa girme!”

Batı Dünyası eğer 1815 yılında Paris Konferansına veya 1878’deki Berlin Konferansına katılan büyük diplomatların verdiği kadim dersleri hatırlar ise; Rusya’ya bu savaştan şerefli bir şekilde çıkma olanağı verir. Ne yazık ki günümüz artık vasat insanların çağı olduğu için, Joe Biden, Emmanuel Macron, Boris Johnson (yeni başbakan Liz Truss da pek farklı değildir), Justin Trudeau gibi liderlerin bir Prens Metternich, Bismarck, Talleyrand,  Disareli veya Gladstone olması beklenemez.

Yapılacak en büyük hata ise Rusya’ya savaştan şerefli bir çıkış vermenin, 1938’de Hitler’e Südetenland’ın (bugünkü Çek Cumhuriyeti’nin kuzey batısı) taviz olarak verildiği Münih Konferansı ile karıştırılmasıdır. Münih her ne kadar Batı diplomasisi için asla unutulmayacak bir fiyasko ise de Ukrayna meselesi ne bir Südetenland ne de Rusya Nazi Almanyası’dır.  Savaşlar çabuk başlayan yangınlar gibidir, yangının nereye yayılacağını tahmin edemezsiniz.

Burak Köylüoğlu

11 Eylül 2022

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!