Dünyanın yeni süper gücü olarak isimlendirilen Çin ekonomisi bir süreden beri nispeten düşük büyüme, yüksek özel sektör borçluluğu, artan genç işsizlik oranı ile uğraşıyor. Gerçekten Çin’in hızlı yükselişinin sonuna mı geldik? Bu sorunun yanıtını bu yazıda vereceğim.
Önce şu soruya yanıt verelim: Gerçekten Çin dünyanın ikinci büyük süper gücü tanımlamasını hak ediyor mu? Bu sorunun yanıtını vermek kolay değil. Çin Halk Cumhuriyeti 1.4 milyar kişilik nüfusu, 9.6 milyon km2 ülke büyüklüğü, yaklaşık 18 trilyon USD büyüklüğündeki ekonomisi (Dünya Bankası, 2022), küresel ekonominin ikinci büyük ekonomisi sıfatı ile (2022 yılı itibari ile aldığı pay %18) ve dünya üretim çıktısının %28.4’ünü yaratan bir ülke olarak (US Statistics Division, 2022) bir süper güç olarak isimlendirilmeyi hak ediyor.
Askeri açıdan ise Çin Halk Cumhuriyeti, ABD ve Rusya’dan sonra dünyanın üçüncü büyük askeri kapasitesine sahip ülkesi olarak tanımlanıyor.
Bu temel tanımlar ile Çin’i dünyanın ikinci süper gücü olarak ilan etmek oldukça kolay bir yaklaşım gibi görünüyor. Hatta Covid-19 pandemisinden önce saygıdeğer birçok bilim insanının Çin’in yüzyılının başladığını ve Çin’in yükselişinin geri dönülmez bir şekilde devam edeceğini ileri sürdüğü çok sayıda akademik makale yayınladığını ve bu tezleri işleyen sayısız konferans verildiğini biliyoruz.
Aslında gerçek şu: Son dönemde Çin ekonomisinin yavaşladığı ve içindeki sorunların büyüdüğü doğru ancak Biden Yönetiminin iddia ettiği gibi Çin ekonomisi çökmüyor. Diğer yandan da hep söylendiği üzere Çin, dünyanın ikinci süper gücü henüz değil, bu role oynayan büyük bir devlet.
Çin’in günümüzün dünyasındaki nispi gücünün ne 18. yüzyıldaki iki süper güç olan Fransa Krallığı’nın ve Britanya İmparatorluğu’nun, ne 19. yüzyılın tek süper gücü olan Britanya İmparatorluğu’nun nispi gücüne henüz yaklaşmadığı gibi, Çin 1945 sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nin rolüne yaklaşmış dahi değil. Bir süper güç olabilmek için üç alanda askeri, ekonomik ve diplomatik anlamda dönemin lideri ile (ki bugün için bu lider Amerika Birleşik Devletleri oluyor) yarışabilme ölçüsüne sahip olmak gerekir.
Çin’in şu anki durumunun, daha çok 1871-1918 dönemindeki Alman İmparatorluğu’nun ve 1945-1991 dönemindeki Sovyetler Birliği’nin durumuna yakın olduğu ifade edilebilir.
Üstelik Çin’in diplomatik ve askeri bloklar oluşturma becerisi ne 1713 sonrası (Utrecht Barışı sonrası) Britanya İmparatorluğu’nun, ne de 1941 sonrası ABD’nin (II. Dünya Savaşı girişi ile) kurmuş olduğu karmaşık ekonomik, diplomatik ve askeri örgütleri oluşturma becerisine yakın dahi değil. Neyse bu konu başka bir yazının konusu. Ancak dünya ekonomisini anlamak için mutlaka jeopolitik güç dengesini de göz ardı etmemeliyiz.
Çin’in bugünkü ekonomik sorunlarının temellerinde dünya ekonomisinin kendi değişim eğilimi, Çin’in iç pazarını büyütme stratejisi ve hızla büyüyen büyük ölçekli ekonomilerin tarihsel olarak tekrar tekrar içine düştükleri tuzaklar yer alıyor. Hemen sayılar ve gerçekler ile açıklayayım.
Çin ekonomisi 2023 ikinci çeyrekte yıllık olarak %6.3 olarak büyümüştü. Bu rakam çarpıcı gibi görünse de bir önceki yıl aynı döneminin (2022 Q2) düşük baz etkisine sahip olduğunu hatırlayalım. Çin 2022 yılı sonuna kadar “sıfır Covid politikası” uygulamıştı ki GSYH büyümesindeki düşük baz etkisi buradan geliyor. Ancak asıl sorun 2023 Q1-Q2 büyümesinde gizli. Çeyreksel büyüme sadece %0.8
Daha uzun vadede ise Çin’in büyüme eğiliminin 2013 yılından itibaren (2020 Covid-19 Pandemi dönemini dışarıda tutarak) giderek düştüğünü görüyoruz. Çok daha da önemlisi, Çin 1948-1980 Batı Almanya ve yahut 1946-1991 Japonya örneklerinin aksine kişi başı GSYH düzeyini gelişmiş ülkelerinkine yaklaştıramadan yavaşlama dönemine girmiş olabilir. Çin’in kişi başı GSYH büyüklüğü yaklaşık 12,500 USD düzeyinde ki, bu düzey bir süper güç olarak isimlendirilen ülke için çok düşük bir rakam. Bu kadar büyük bir ekonominin kendi iç pazarı yerine nasıl gelişmiş ülke pazarlarına bağımlı olduğunun başka bir göstergesi.
Daha da önemlisi Çin’de tüm ekonomide bir kanser gibi büyüyen bir taşınmaz/inşaat sektörü krizi var. Bu kriz 1990-1991 yılında “Japonya Mucizesini” bitiren büyük krizin oldukça benzeri. Japonya’nın meşhur taşınmaz balonunun (ve bankalarının) patladığı 1990-1991 ekonomik krizi, ülkeyi tam 30 yıl boyunca etkilemiş ve Japonya’nın küresel ekonomideki pay artışını durdurmuş idi.
Ancak Japonya bu büyük krize, ülke olarak modern ve büyük bir kapitalist ekonomi ile, kişi başı geliri düzeyi itibari ile oldukça zengin bir ülke olarak yakalanmıştı. 1990 yılında Japonya’nın bireysel yaşam standardı yaklaşık olarak ABD’nin %60’ına denk idi. Japon ekonomisi 1990-1991 yılında olgunlaşmış ve zengin bir ekonomi kimliğindeydi. Hatta 1980’lerde Amerikan yönetiminde ve şirketlerinde bir Japonya fobisi başlamıştı ki, Japonya’nın muazzam yükselişinin hiç bitmeyeceği ve Japon ekonomisinin ABD ekonomisini sollayacağı konuşuluyordu.
Çin’in taşınmaz/inşaat sektöründeki krizi iyice hissettiği bu dönemde, Çin’in kişi başı GSYH büyüklüğü bugün ABD’nin kişi başı GSYH’sının sadece %17’si düzeyindedir. Diğer bir deyişle Çin resmi ve gölge bankacılık sistemini felç edebilecek bir taşınmaz sektörü-finansal sektör krizine daha orta gelir sınıfında iken yakalanmıştır.
Çin ekonomisindeki kriz sadece teşınmaz/inşaat sektörü ile sınırlı değil. Tüm dünyada küresel enflasyon gündem başlıca gündem maddesi iken, Çin’de tüketici ve üretici fiyatları, pandemiden sonra ilk defa beraber düşmeye başladı. Üstelik Covid-19 pandemisi sonrası tüketici talebinin arttığı, Ukrayna Savaşı’nın ise maliyet enflasyonunu arttırdığı, Çin’de Covid kısıtlamalarının kalktığı bir dönemden sonra.
Çin’deki deflasyonist eğilimin birden fazla nedeni var: Taşınmaz/inşaat sektöründeki krizin yok ettiği servetin etkisinin iç tüketime olan olumsuz etkisi, dünya pazarlarındaki durgunluk, Batı kurumlarının Çin’e bağımlılığı azaltmak için üretim ve satın almayı farklı ülkelere dağıtma isteği, ülke içinde güya ekonomiyi canlandıracak ve iş gücü katılımını arttıracak devasa yatırımların aslında toplam üretkenlik ve verimliliğe katkısının sınırlı olması, yerel yönetimlerde patlama noktasına gelen borç yükü vs.
Türkiye gibi ülkelerden bakıldığında fiyatların düşmesi veya deflasyon çok çekici bir şey gibi görünse de aslında deflasyon bir ekonominin içine düşebileceği en kötü durumlardan biri. Bir ekonomide düşen fiyatlar, talebin daha da ertelenmesini, talebin ertelenmesi ise üretimin düşmesi anlamına gelir ki, bu da işsizliğin artışı ve işsizliğin genele yayılmasının tüketimi talebi daha da aşağıya itmesi demektir ki, bu kırılması kolay olmayan fasit çemberdir. Hane halkının taşınmaz krizi ile serveti eridikçe, tüketime daha az eğilimli olması şaşırtıcı değildir.
Üstelik Washington- Londra ekseninde Çin’e doğrudan yatırım yapılmasının giderek soğuk karşılandığı bu ortamda Çin ekonomisi giderek Batı blokundan uzaklaşırken, kıyaslamak gerekirse Japonya 1990-1991 yılında Batı dünyasının en önemli ortaklarından ve itici motorlarından biri idi.
ABD’nin öncülüğünde Batı’nın giderek üretim ve satın alma seçeneklerini diğer Güney Doğu Asya ülkelerine kaydırma isteği Çin için başka sorunlar da yaratabilir. ABD Başkanı’nın Vietnam’ın başkenti Hanoi’de yaptığı açıklamalar, Amerikalıların Çin’den uzaklaşma (“diversification away”) stratejisinde ne kadar kararlı olduğunu gösteriyor. Bu arada Amerikalılarım 18 Aralık 1972 tarihinden başlayarak kaybetmiş oldukları Vietnam Savaşı’nın son safhasında, devam eden barış görüşmelerinde kötü pozisyonlarını gizlemek için; Hanoi başta olmak üzere Kuzey Vietnam’ı stratejik bombardıman uçakları ile acımasızca bombalamış olduklarını meraklı okuyucularıma hatırlatmış olayım. Jeopolitik satranç oyunu işte böyledir. Bugün ise Vietnam ABD için önemli kart haline gelmiş durumda.
Neyse biz yine Çin ekonomisine dönelim…
Çin’deki taşınmaz/inşaat sektörü krizinin başka bir yönü de, reel sektörün 1990-1991 Japonya’daki reel sektöre göre çok daha yüksek borçlulukla yakalanmış olması. Çin’in inşaat firmalarının önemli bir bölümünde kamu kurumları ortak ve bu kurumlar yine ağırlıklı olarak Çin kamu bankalarından kredi almış durumda. Bir de bu kurumların ülke dışına ihraç etmiş oldukları tahviller var. İnşaat ve taşınmaz firmalarının pek çoğunun varlıklarının değeri resesyonist ortamda erirken, aslında bilançolarında özvarlıklarını reel olarak kaybederek fiilen insolvent hale geliyor. Bu krizden çıkışın tek yolu John Maynard Keynes’in 1929 Büyük Buhranı için bulmuş olduğu formülün modern bir versiyonu: Çin merkezi yönetiminin bütçe açıkları vererek ekonomiye bol ve ucuz Yuan enjekte etmesi. Böylece harcama/tüketim yapmayarak kişisel ve tüzel bilançolarını küçültmeye çalışan sıradan bireyin veya devasa şirketlerin tersini yaparak, ekonomiye kalp masajı yapmak.
Bu hamlede geç kalır ise krizin derinleşmesi kaçınılmaz olur.
Çin ekonomisinin bir önemli handikapı da %20’nin üzerindeki genç işsizlik oranı. Şehirlerdeki genç işsizlik verisi Temmuz 2023 tarihinde %21.3’ü bulunca, bu verinin yayınlanması durduruldu.
Genç işsizlik oranının yüksekliği sadece ekonominin yavaşlamasından kaynaklı değil. Eğitim sisteminden mezun olan gençlerin nitelikleri ile reel ekonominin talep ettiği işgücünün niteliklerinin farklı olması. Gençler fabrikalar yerine, şehrin modern yapıları içinde faaliyet gösteren servis sektörlerinde çalışmayı arzu ediyor: Perakende, restoranlar, turizm gibi… Ancak bu sektörlerde bu kadar iş yok. Çünkü ülke ekonomisi büyük ama servis sektörlerine ağırlık verecek kadar zengin değil.
Çin halen üretim tesislerinde işgücü ve hammaddeyi birleştirerek, yüksek verimlilik ile bitmiş ürünler yapıp ihraç etmek zorunda.
Bu büyük işsizlik oranı bu kadar büyük bir nüfus barındıran bir ülkede gençler arasında özellikle aşırı milliyetçiliği geliştiriyor.
Çin’in başka bir sorunu da ekonomisinin Batı pazarlarındaki talebe bağımlı olması. Çin aslında 18. yüzyılın merkantilist ekonomilerinin modern bir versiyonuna sahip. Çin; muazzam dış ticaret fazlaları vererek ülke ekonomisini son 30 yılda yukarıya taşırken, 18. yüzyıl merkantilist devletler gibi bu dış ticaret fazlasını değerli metallere çevirmedi, önemli ölçüde kendisinden ithalat yapan, kendisine karşı dış ticaret açığı veren zengin Batılı ülkelerin, başta ABD olmak üzere tahvillerini aldı. Diğer bir deyişle bugün kendisini çevrelemeye çalışan Batı’nın kamu borç senetlerini finanse etti. Yaman bir çelişki değil mi? ABD tahvillerini en büyük ölçüde tutan ikinci ülke bugün yaklaşık 870 milyar USD portföy büyüklüğü ile Çin. En büyük ABD tahvil portföyü ise Japonya’nın elinde. Amerikalılar zekâsını göz ardı etmeyin 1971’de Bretton Woods sistemi çöktüğünde, ABD tahvil stoku yavaş yavaş dünya merkez bankaları için altın ve değerli metallerin yerini aldı.
Bugün 2 trilyon USD’ı geçen ABD tahvili; 1945 Mart-Ağustos döneminde şehirlerini alev topuna çevirdiği Japonya’nın, 1950-1953 arasında fiilen savaştığı ve bugün çevrelemeye çalıştığı Çin’in elinde. Çin yuanı ABD dolarına bir nevi çıpalı olduğu için de Çin’in bu tahvilleri alması esas ve hatta zorunlu bir hal alıyor. Çin arzu etse dahi bu tahvilleri satamaz. Eğer satarsa Çin yuanı değerlenir ve Çin’in ihracat mallarının dolar cinsinden fiyatı artar. Alın size Çin’in Batıya olan bağımlılığının bir boyutu daha.
Gelelim bizim birçok iktisatçımızın yanıldığı bir konuya daha. Çin’in ABD doları yerine yuan ile dış ticareti özendirecek girişimleri ve stratejisinin ABD dolarını tahtından edeceği tezi çok konuşuluyordu. Yuan ve ithalatçının yerel para biriminin takasına dayalı ticaret belli bir ölçüye kadar Çin’in başarabileceği bir politika. Ancak daha ötesinde bu olası değil. Kendi devasa ihracatını yuan karşılığı yaptıkça, yuan talebinin ve arzının artması söz konusu. PBOC böyle bir yuan hacmini nasıl yönetecek ve fazla yuan miktarını sterilize edecek? ABD dolarının küresel rezerv para olabilmesini iki dünya savaşına borçlu. Bizim iktisatçılarımız giriş düzeyi bir satranç oyuncusu gibi. Bir hamle sonrasını göremiyorlar. İşin özeti Çin için sadece Amerika pazarı ya da Amerikan tahvilleri değil, Amerikan doları da şu an için vazgeçilmez bir araç.
Daha da önemlisi Batı’nın Çin’e karşı soğuk tutumu ve yavaşlayan dünya ekonomisi Çin’in ihracat hacmini daraltmasıdır. Çin’in aylık ihracatı 2021 Aralık ayında tepe noktası olan 340 milyar dolar düzeyinden düzenli olarak düşerek Ağustos 2023’de aylık bazda 285 milyar USD’a kadar inmiş oldu. Daralan ihracat Çin ekonomisinin başka bir sorunu olarak gündemde. İhracat daralması yıldan yıla (YoY) ABD’ye karşı %20.8, AB’ye %15.1 oldu. Rusya’ya yapılan ihracat ise aynı dönemde %51.8 arttı.
Bu gelişmeler Çin yuanının uluslararası piyasalarda daha fazla satışını tetikliyor. Onshore-offshore yuan/USD paritesi arasındaki makas açıldıkça, Çin kamu bankaları uluslararası piyasalarda ABD doları satarak yuan almaya başlamıştı.
ABD Biden yönetiminin söylemlerinin aksine Çin ekonomisinin bozulmak üzere olduğunu söylemek oldukça iddialı olsa da, Çin’in mucizesinin son perdesinde olduğu konusunda kuvvetli göstergeler olduğunu görüyoruz. Çin artık reverse engineering ile Batı teknolojisini kendi ekonomisine ölçeklemek dışında da başka atılımlar yapmalı. Üstelik Amerikalılar, İngiltere’de doğmuş olan sanayi devrimini nasıl kendi ekonomilerine ölçekleyerek 1871 yılında Britanya İmparatorluğu’nu GSYH anlamında nasıl geçmiş olduklarının uzun hikâyesini çok iyi analiz etmiş durumdalar ve Çin’e ölçekleyecekleri yüksek teknoloji verilmemesinde ısrarcılar.
Çin’in büyük handikapı bunlar değil, kollektif yönetim ve düşünce üretme eğilimleri. Bu Çin gibi büyük bir ülke için toplumsal entropiyi azaltan (ki Çin kadim tarihi boyunca bölünmüşlük ve iç çekişmeler nedeni ile benzersiz kayıplara uğramış idi) bir unsur ama bireylerin yaratıcılığını sınırlıyor. Bu da orta ve uzun vadeli kişi başı verimlilik artışını sınırlayan bir neden.
İleride bu konuya devam edeceğim.
Burak Köylüoğlu
11 Eylül 2023
Yeni yazılardan haberdar olun.