Almanya’nın Gerçek Mucizesi IV. Bölüm: Berlin Duvarı’ndan Birleşik Almanya’ya Giden Yol

Burak Köylüoğlu
  1. Almanya’nın Gerçek Mucizesi I. Bölüm: II. Dünya Savaşı Sonrası Almanya, 1945-1946
  2. Almanya’nın Gerçek Mucizesi II. Bölüm: Kızıl Dalga ve Soğuk Savaş
  3. Almanya’nın Gerçek Mucizesi III. Bölüm: Ekonomik ve Diplomatik Mucize
  4. Almanya’nın Gerçek Mucizesi IV. Bölüm: Berlin Duvarı’ndan Birleşik Almanya’ya Giden Yol

Bu bölüm ile “Almanya Mucizesi” yazı dizisini bitiriyorum. Henüz okumadıysanız bu yazı dizisinin ilk üç bölümünü sırası ile okumanızı öneririm. Tüm yazı dizisini bitirmek yaklaşık yarım saatinizi alacak.

Almanya’nın Gerçek Mucizesi I. Bölüm: II. Dünya Savaşı Sonrası Almanya

Almanya’nın Gerçek Mucizesi II. Bölüm: Kızıl Dalga ve Soğuk Savaş

Almanya’nın Gerçek Mucizesi II. Bölüm: Ekonomik ve Diplomatik Mucize

Yazı dizisinin üçüncü bölümünü Soğuk Savaşın en önemli dönüm noktalarından birinde bitirmiştim.

Sovyet lideri Stalin’in ölümünden (1953) sonra Soğuk Savaş’ın tansiyonu düşürmüş gibiydi. Bunun başlıca üç nedeni vardı: İlki Sovyetler Birliği’nde Stalin sonrası liderlik yarışı, ikincisi Sovyet nükleer programında ilk termo-nükleer bombasının başarı ile denenmesi, üçüncüsü ise Stalin’in ölümünden sonra lider adaylarının Sovyet toplumu içinde desteklerini arttırmak için refah artışına yönelik bir politikayı ön plana çıkarmaları idi.

Sovyet termo-nükleer bombasının (Hidrojen bombası olarak da bilinir) geliştirilmesi ile beraber, gerçekleşebilecek bir III. Dünya Savaşı’nın tüm insanlığı yok edebileceği anlaşılmıştı. Sovyetler Birliği’nin liderlik yarışını, usta politik manevralar ile kazanan Kruşçev, 1956 yılı başında 20. Komünist Parti Kongresi’nin gizli oturumunda Stalin’i ve Stalinizm’i yerden yere vuran bir konuşma yapacaktı. Bu konuşma, günün koşulları içinde bir devrimdi. Ancak bir anda tırmanan olaylar aylar içinde Soğuk Savaşı hızlandıracaktı.

Berlin Gambiti ve Berlin Duvarı

Sovyet liderinin ilk önemli sınavı Macaristan Ayaklanması (1956) idi. Doğu Bloku içinde yer alan Macaristan’da 1956 yılında başlayan ayaklanma hızlı ve kanlı bir şekilde, Varşova Paktı orduları tarafından bastırıldı. Ayaklanmanın lideri eski komünist partisi lideri Imre Nagy ve arkadaşları tutuklandı, gizlice yargılandı ve idam edildi. Kruşçev, Sovyet etki sahasını savunmak için Stalin’den farklı davranmayacağını ortaya koymuştu.

Kruşçev, 1958 yılında ABD, İngiltere ve Fransa’ya; Almanya konusunda yeni bir ültimatom verdi. Kruşçev 1958 Berlin Ültimatomu ile üç Batılı ülkeye; Batı Almanya ve Doğu Almanya ile II. Dünya Savaşı’nı hukuken bitirecek barış anlaşması yapmalarını, aksi halde Sovyetler Birliği’nin Doğu Almanya ile tek taraflı bir anlaşma yapacağını ve Batılı Müttefikleri Batı Berlin’e erişimini engelleyeceğini belirtiyordu. Bu belgede Batılı Müttefiklerin, Batı Berlin’den çekilmeleri için 6 ay süre verilmişti.

Kruşçev’in ültimatomu, Stalin’in 1948 yılındaki Berlin Ablukası hamlesine benziyordu. Ancak Batı Berlin, 1958 yılında artık havadan ikmal edilemeyecek kadar nüfusu artmış ve zenginleşmişti. Batı Almanya’nın ekonomik büyümesi ve silahlanması Soğuk Savaş’ın terazisini Sovyetler Birliği aleyhine çeviriyordu. Doğu Almanya’dan Batı Berlin’e geçmekte olan nüfus Doğu Blok’u için önemli bir ekonomik ve prestij sorunu haline gelmişti. Kruşçev Batı Berlin’i adeta bir rehine gibi kullanarak, silahsızlandırılmış ve tarafsız bir Almanya yaratarak, NATO’nun gücünü zayıflatmayı hedefliyordu. Batı Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer, sürat ile müttefikleri ile görüşerek bu ültimatomun reddedilmesini sağlayacaktı. Adenauer yine olağanüstü vizyonunu ortaya koyarak, Almanya’nın Sovyet koşulları altında değil, doğru zamanda ve Batı Almanya’nın çatısı altında birleşeceği bir zamanı beklemesini savunmuştu. Sovyet ültimatomu Batılı Müttefiklere 6 ay içinde Batı Berlin’den çekilme şartı getirse de Batılı Müttefikler Kruşçev’in blöfünü gördüler. Ültimatomun süresi defalarca uzatıldı.

Kruşçev’in Sovyet ekonomisinin savaştan sonra toparlanması için  konvansiyonel silahlara yapılan yatırımı kısması ve daha düşük maliyetli nükleer silahlara olan yatırımı arttırması, iki blok arasında yaşanabilecek sıcak bir savaşın olasılığını azaltmıştı. Batı Berlin ve Birleşik Almanya’nın statüsü üzerinden III. Dünya Savaşı çıkartmanın sonucu, uygarlığın sonu anlamına gelecekti.

Üstelik Sovyetlerin Amerikalıların önüne geçerek, 1957-1958 yıllarında ICBM (intercontinental ballistic missile, kıtalararası balistik füze) silahlarını geliştirmesi ile bu sonuç kesinleşti. Artık 1950’lilerin sonunda Amerikalılar ve Sovyetler, II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sının V2 füze programını 15 yılda geliştirerek, üzerine çok sayıda termo-nükleer başlık yerleştirilen kıtalar arası menzile sahip füzelere sahip olmuştu

Sovyetler Birliği’nin son hamlesi boşa gidince, Kruşçev, 1961 Doğu Almanya’yı hayatta tutabilmek için Berlin Duvarı’nın inşasını emredecekti. İki Almanya’nın sınırları 1952’de kapatılmıştı. Batı Berlin, 1952’den sonra Batı’ya sığınmak isteyen Doğu Almanya vatandaşlarının tek seçeneği idi. İstisnalar dışında, kimsenin Doğu Almanya’daki “sosyalist cennet” içinde kalmaya niyeti yoktu. Berlin Duvarı, aslında Sovyet sisteminin başarısızlığının sembolüdür: Berlin üzerinden beyin ve insan gücünü göçünü, devasa bir cezaevi duvarı örerek engellemeye çalışmanın tezahürüdür.

Üstelik duvarın kurulması kararının Moskova’dan gelmesi, Doğu Almanya komünist partisi başkanı Walther Ulbricht’i de zor durumda bırakmıştı. Ulbricht 15 Haziran 1961 tarihinde, “Kimsenin bir duvar örmeye niyeti yok!” demesinden sadece 2 ay sonra 12 Ağustos 1961 tarihinde duvarı örme kararını imzalamak zorunda kalması tarihin ilginç bir ironisidir.

Krushçev’in amatör ve öngörülebilir poker oyunu, 1962 Ekim’inde Küba Füze Krizi vakasını tetikleyecek ve dünya genel bir nükleer savaşa ilk defa bu kadar yaklaşacaktı. Kruşçev’in Amerikan restini göremeyip, geri adım atmak zorunda kalması, bu müthiş mücadeleyi sıcak savaşa dönüştürmeyecek ama Sovyet lideri koltuğunu kansız bir Politbüro darbesi ile kaybedecekti. Stalin döneminde böyle bir koltuk değişimi genelde 1-2 günlük hikayeden bir mahkeme süreci ve sonrasında enseye sıkılan tek bir kurşun ile tamamlanıyordu.

Batı Almanya’nın Ekonomik Mucizesi Devam Ediyor

Berlin krizi, yeni bir siyasi lideri kitlelere tanıtmıştı: Batı Berlin’in genç ve dinamik belediye başkanı Willy Brandt. İleride bu genç belediye başkanı, Batı Almanya’nın diplomatik yönünü tamamen değiştirecekti.

Berlin Krizi’nin bir etkisi de sürat ile ihracat ile büyüyen Alman ekonomisinin tam istihdama ulaşmasına yol açmış olmasıdır. Doğu Almanların göçü durdurulması ile, Batı Almanya, özellikle ucuz iş gücü sıkıntısı çeker duruma gelmişti. Batı Almanya, daha önce İtalya (1955), İspanya (1960), Yunanistan (1960) ile işçi dolaşımı konusunda anlaşma yapmış olmasına rağmen Berlin Duvarı’nın inşasından tam 3 ay sonra Türkiye ile işçi dolaşımı anlaşması yapacaktı. Türkiye başta olmak üzere Güney Avrupa ve Kuzey Afrika’dan milyonlarca “konuk işçi” Batı Almanya’ya göç edecekti.

Batı Almanya 1960’larda artık çok bir farklı bir ülkeydi. ABD kendini Soğuk Savaşın inanılmaz karmaşıklıktaki satranç oyunu ile meşgulken, İngiltere küçülen Britanya İmparatorluğu’nu klasik bir İngiliz diplomasisi ile “Commonwealth” kavramına dönüştürmek ile uğraşıyordu. ABD’nin 1960’lara girerken yükü şöyle özetlenebilir: ABD 30 ülkede yaklaşık 1 milyon asker bulundururken, 42 ülke ile karşılıklı savunma anlaşması vardı. Yaklaşık 100 ülkeye askeri ve ekonomik yardım yapıyordu. NATO başta olmak üzere dört büyük savunma paktının lideri idi

Fransızlar ise İngilizlerin tersine çok maliyetli ve başarısız bir şekilde sömürge imparatorluğunu askeri anlamda savunmaya çalışmıştı. I. Vietnam Savaşı ve Cezayir Savaşı; Fransa’ya ekonomik ve diplomatik anlamda çok pahalıya mal olduğu gibi, Fransız siyasi sistemini de derinden sarsmıştı.

Bu büyük satranç oyununda karlı çıkan iki önemli ülke vardı vardı: Batı Almanya ve Japonya. Her iki ülke de II. Dünya Savaşı’nın mağlubu idi. Her iki ülke ABD’nin Soğuk Savaş’ta oluşan muazzam askeri harcamaları ile oluşan çıktı açığını, düşük değerde tutulan para değerleri ile kapattıkları gibi, sanayi kapasitelerini giderek genişletiyorlardı. Üstelik ABD’nin kurumsal yönetim konusunda liderliğini yaptığı birçok kavramı da ithal ederek…

Ancak artık 88 yaşındaki 4. başbakanlık dönemini sürdüren Konrad Adenauer’in artık fiziki ve politik gücü azalmaya başlamıştı. Der Spiegel Vakası bunun güzel bir örneğidir. 1962 yılında Der Spiegel polis tarafından savunma bakanlığı ve NATO’ya ait sırları yayınladığı iddia edilerek basılmıştı. Bu baskın savunma bakanının doğrudan sorumlusu olduğu bir komplo idi. Rezalet ortaya çıkınca, polis geri çekildi ve savunma bakanı istifa etti. Batı Almanya, yalnızca on üç yıllık bir demokrasi kültürüne sahip olmasına rağmen, basın özgürlüğünü koruyarak ilk önemli demokrasi sınavını geçmişti. Daha da önemlisi çok sevilen ve “Der Alte” olarak bilinen Konrad Adenauer, olayı örtbas etmeyi denememiş,  savunma bakanını korumayı dahi düşünmemişti.

Batı Almanya’nın demokrasisi önemli bir sınavı vermiş ama efsanevi şansölyenin itibarı zedelenmişti. Adenauer, Fransız Cumhurbaşkanı De Gaulle ile beraber 1963 yılında Batı Almanya-Fransa eksenini resmen oluşturdu ve Fransa’nın İngitere’nin AET’ye girişini veto etmesini destekledi. Bu Adenauer’in son büyük icraatı olacaktı. 1963 sonunda tam 89 yaşında iken şansölyeliği bıraktı. Yeni şansölye, Alman ekonomik mucizesinin liderliğini yapan Ludwig Erhard idi. Erhard, Adeneaur’in temel politikalarını devam ettirdi. Ancak Erhard’ın Birleşik Almanya için attığı bir adım önemlidir. Koltuğu sallanan Krushçev’e Doğu Almanya’nın Batı Almanya ile birleşmesi karşılığında muazzam bir ekonomik paket önermişti. Bu öneri anında Washington’da kaşların kalkması ile sonuçlandı. Erhard’ın şansölyeliği pek fazla sürmeyecekti. Ancak görevini fazlası ile yapmıştı: 1962 yılında Alman ekonomik mucizesi, Batı Almanya’yı Avrupa’nın en büyük GSYH’na ulaştırmıştı. Batı Almanya’nın kişi başı GSYH ise 1960 yılında 1186 USD iken (ABD’nin 2491 USD idi), ilk defa 1979 yılında ABD’ninkini (Batı Almanya 10,837, ABD 9,595 USD) geçmişti. Dünya Bankası verilerine göre, 1970 yılında Batı Almanya, 215 milyar USD GSYH büyüklük ile ABD’nin ardından (1.07 trilyon USD) Batı Dünyası içindeki 2. büyük ekonomi idi. Gerçi ikinci sırayı 1972’de Japonya’ya kaptıracaktı. Almanya 1972-2007 arasında küresel ekonominin 3. büyük oyuncusu olarak kalacak, 2007’de üçüncülüğü Çin’e bırakacaktı.

1961’de John F. Kennedy’nin Vietnam Savaşı’na ABD’yi askeri olarak angaje etmesi Soğuk Savaş’ın yönünü değiştirecek, ve bu kanlı savaşın esas galibi ekonomik anlamda Batı Almanya ve Japonya olacaktı. ABD Vietnam Savaşı ile görülmemiş bütçe ve cari denge hesabı açıkları verirken; Bretton Woods sistemi dış ticaret fazlası veren Batı Almanya’nın para birimi Alman markının değerini ABD dolarına karşı neredeyse sabit tutuyordu. Vietnam Savaşı, küresel ekonomideki sanayi çıktı gereksinimini daha da arttırmış; düşük değerli para biriminin getirdiği ucuzluk ile güncel teknoloji ve mükemmel mühendislik ile üretilmiş olan Batı Alman ve Japon malları piyasada rekabeti ezer duruma gelmişti. En sonunda Bretton Woods sistemi, ABD’nin dış ticaret ve bütçe açığı sonucunda 1971-1973 arasında çatırdayarak çökecekti.

Alman ekonomik mucizesinin bitişi 1973 Arap petrol ambargosu vakasıdır. Arapların, İsrail’e karşı feci bir şekilde mağlup oldukları 1973 Arap-İsrail Savaşı sonrasında, petrol ambargosu başlatan OPEC; Batı ekonomileri için 1970’leri yüksek enflasyon, yüksek işsizlik ortamını getirmişti. Batı Almanya için uzun yıllar boyunca yüksek büyüme dönemi 1973’te bitmişti ancak ekonomik mucize, ülkeyi müthiş bir ekonomik güç haline getirmişti.

Batı Almanya’nın dış politikası değişiyor: Ostpolitik

Savaşın masada kalan en önemli hesabını görmek, 1970’lere girerken yeni şansölye Willy Brandt’a düşecekti. Willy Brandt, Batı Berlin’in belediye başkanı iken söylemleri ile uluslararası arena oldukça tanınan bir kişilikti. Daha sonra SPD( Alman Sosyal Demokrat Partisi) içinde hızla yükselerek, sosyal demokratlara 1969 seçimini kazandıracaktı.

Willy Brandt; Batı Almanya’nın muhafazakar sağ liderleri Adenauer ve Erhard’ın dış politika prensiplerinde önemli bir değişiklik yaptı. Neue Ostpolitik (Yeni Doğu Politikası) ile  Sovyet Bloku ile Batı Almanya arasındaki ilişkileri normalleştirmeye başladı. 1970 yılında Batı Almanya; Polonya ve Sovyetler Birliği ile anlaşmalar imzalayarak Oder-Neisse hattının Almanya’nın doğu sınırı olduğunu kabul etti. Böylece Batı Almanya ilk defa Doğu Prusya, Doğu Pomeranya ve Silezya bölgeleri üzerinde hak iddia etmeyeceğini hukuken imza altına almış oldu.  Bu sınır hattının tanınması II. Dünya Savaşı’nı hukuken bitirmek yönünde en önemli adımdır.

Brandt; Polonya ile sınır anlaşmasını imzalamak için Varşova’ya gittiğinde, Varşova Gettosu Ayaklanmasını temsil eden anıta çelenk koyarken, aniden anıtın önünde diz çöktü. İlk defa bir Alman şansölyesi, II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın insanlığa karşı işlemiş olduğu suçları kabul ettiğini bu kadar dramatik bir şekilde tanımıştı.

Brandt’ın yeni dış politikasının bir başka önemli ayağı ise  Batı Almanya’nın Doğu Almanya’yı resmen tanımasıdır. 1972 öncesinde Batı Almanya; Sovyetler Birliği hariç olmak üzere Doğu Almanya’yı tanıyan ülkeler ile diplomatik bağını dahi kesecek kesin bir politikaya (Hallenstein Doktrini) sahipti. Batı Almanya ve Doğu Almanya 1972 yılında birbirlerini tanıyacak anlaşmayı imza ederek, her iki ülkenin de uluslararası arenada hukuken yer almasını sağladı. Her iki ülke en nihayetinde 1973 yılında Birleşmiş Milletler üyesi oldu.

Batı Almanya’nın politika değişikliğindeki temel amacı;  Doğu ve Batı Prusya’nın, Doğu Pomeranya’nın ve Silezya’nın geri döndürülemez kaybının hukuken kabul etmesi karşılığında, Almanya’nın birleşmesinin önünü açmaktı. Brandt’ın bu adımı, Soğuk Savaşı genel olarak hızla yumuşatmış ve hatta ABD ve Sovyetler Birliği’nin ilk defa nükleer silahları sınırlama görüşmelerini başlatmalarına sebep olmuştu.

Batı Almanya 1970’lerdeki ekonomik gücünü iki farklı eksen üzerinde kullanacaktı: Doğu Almanya ile ilişkileri arttırarak ülkenin ekonomik sistemi üzerinde ağırlık kazanmak ve Avrupa Ekonomik Birliği’ni genişletmek. En nihayetinde 1973 yılında İngiltere, Danimarka ve İrlanda AET’ye kabul edilerek birliğin genişlemesi için en büyük adımı adım atıldı. 1979 yılında ilk ortak para birimini oluşturmak üzere birlik içinde sistemi kabul edecek ülkeler arasında sabit kur sistemi oluşturan ERM (European Exchange Rate Mechanism)  kabul edildi. Bu sistem 20 yıl içinde gelişerek, EURO para birimine dönüşecekti. Alman Merkez Bankası bu sistemin öncülüğünü ve hatta bekçiliğini yapacaktı. İroniktir ki, bu sabit kur sistemi çökmüş olan Bretton Woods Sistemi’nden çok daha iyi işleyecekti.

Soğuk Savaşın Bitimi ve Birleşik Almanya

Sovyetler Birliği 1970’lerden beri uzun bir yavaşlama dönemine girmişti. Sovyetler Birliği 1945-1960 arasında göz alıcı bir şekilde büyümüş olmasına rağmen, önemli ölçüde komünizmin ve Soğuk Savaş’ın yükünü taşıyordu. Sovyet ekonomisi, göz alıcı ve etkili konvansiyonel ve nükleer silahlar üretmesine rağmen, vatandaşları için yeterli miktarda temel tüketici ürünleri dahi üretemiyordu.Tuvalet kağıdı,şampuan, sabun gibi sağlık için gereken temel mallar dahi Sovyet vatandaşı için bir lükstü.

Meşhur stratejisyen Zbigniew Brzezinski, 1970’lerin sonunda ABD Başkanı Carter’a verdiği uydu fotoğrafları ve CIA istihbaratı ile desteklenen kapsamlı raporunda Sovyetler Birliği ekonomisinin 10 yıl içinde çökeceğini iddia etmişti. Brzezinski’nin tezi doğru çıkacaktı. ABD 1980’lerin başında Soğuk Savaş’ın temposunu hızlandırınca, Sovyet ekonomisi bu gerilime ayak uyduramadı. Gorbaçev’in daha sonraki reform politikası ise Sovyetler Birliği için Pandora’nın kutusunu açtı. Reform politikası ekonomiyi düzeltemeden, devletin toplum üzerindeki kontrolünü çözmüştü. 1980’li yılların ikinci yarısında Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku içindeki sistem için için çöktü. Ekonomik yönden Batı Almanya’ya iyice bağımlı hale gelmiş olan Doğu Almanya’daki sistem de çökmeye başladı. Kasım 1989’da Doğu Almanya ve Batı Almanya arasındaki sınır engelleri ortadan kalkmaya başladı. 9 Kasım’da Berlin Duvarı işlevini kaybetti.

Adenauer’in vizyonu 50 yıl sonra gerçekleşmişti. Batı Almanya ile üç muzaffer Batılı devlet (ABD, İngiltere ve Fransa), artık ortadan kalkmak üzere olan Sovyetler Birliği’ne son bir jest yaptı. Almanya’nın birleşmesini sağlayan ve II. Dünya Savaşı’nı en nihayetinde hukuken sonuçlandıracak nihai barış anlaşması Moskova’da imza edildi. 12 Eylül 1990’da imzalanan “Final Treaty on the Final Settlement with Respect to Germany” isimli anlaşma ile dört muzaffer ülke olan Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere ve Fransa Birleşik Almanya ve Berlin üzerindeki haklarından feragat etti.

(V.

Ekim 1990’da Batı ve Doğu Almanya birleşecek ve Birleşik Almanya 15 Mart 1991 tarihinde hukuken tam ve bağımsız bir devlet olacaktı. Almanya’nın verdiği tavizler ise oldukça sınırlı ve daha önceden prensip olarak kabul edilmiş ödünlerdir: Askeri personel sayısının kısıtlanması, nükleer silah geliştirmeyeceği taahhüdü, Almanya’nın doğu bölümünde yabancı güçlerin nükleer silah bulundurmama koşulu (NATO’nun taktik nükleer başlıkları) ve Oder-Neisse sınır hattının kabulü ve bu hattın doğusunda yer alan tüm eski Alman topraklarından feragat edilmesi. Bu bölgelerin bir bölümü I. Dünya Savaşı sonunda, bir bölümü de II. Dünya Savaşı sonunda kaybedilmişti.

1871’de kurulan Birleşik Almanya, 1991’de hukuken yeniden kurulmuştu. Diğer bir deyişle dünya düzeni ve Avrupa; 1871’de ağzına attığı Almanya lokmasını, iki dünya savaşı ve Soğuk Savaş sonrasında ancak sindirebilmişti.

Almanya’nın mucizesi, sadece ekonomik bir başarı değildi. Almanya; toplumsal barışı, refah toplumunu yaratarak, devletin konumunu “Ordoliberalizm” kavramı ile birleştirmeyi başarmıştı. Dış politikadaki usta satranç oyunu da Soğuk Savaş’ın gerçek galibini belirlemişti.

Burak Köylüoğlu

29 Kasım 2020

 

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!