Ünlü ekonomist Prof. Dr. Paul Krugman 1990’lı yılların başında, “Coğrafya kader midir?” kavramı ile ilgili oldukça yankı bulan bir çalışma yapmıştı. Ancak bu kritik soruyu ilk dile getiren kişi bir ekonomist değildi.
Napolyon, bu soruyu yaklaşık 200 yıl önce “La Grand Armee” ile Rusya’yı istila ettiği sırada dile getirmişti.
Son dönemde, Türkiye’nin içinde bulunduğu şartların analiz eden bazı ekonomistler bu kavramı kullanarak kendi analizlerini ortaya koydular. Genel olarak modern ve ileri bir ekonomik ve siyasi yönetim yapısı ile ülkelerin coğrafi dezavantajlarını aşabileceği ortaya konuldu.
Benim bu konudaki görüşüm daha farklı bir yaklaşıma dayanıyor. Yaygın görüşün aksine coğrafyanın kısmen ulusların kaderini saptadığını savunuyorum. Tarih boyunca coğrafya, ülkelerin demografik (nüfus) yapısını, demografik yapı ise ülkelerin sosyal ve siyasi yapısını belirlemiştir. Sosyal ve siyasi yapı ise en nihayetinde ekonomik başarının temelini oluşturmaktadır.
Şüphesiz ki, “Coğrafya kader midir?” sorusunun yanıtını en kesin bir şekilde vermiş olan kişi, Birleşik Almanya’nın kurucusu Otto von Bismarck’tır.
“Şu Amerikalılar çok şanslılar. Kuzeyde ve güneyde zayıf ülkeler ile komşular. Batıdaki ve doğudaki komşuları ise sadece balıklar…”
Bismarck, bu sözü söylediği zaman ABD GSYH(GDP) büyüklüğü anlamında dünyanın süper gücü olan İngiltere’yi yeni geçmişti.
Bismarck, büyük güçlerin kurmuş olduğu statükoyu yıkarak (Viyana Düzeni,1815), Avrupa’nın ortasında Almanya’yı üç kanlı savaş ile yaratırken, zihninde Amerikalıların 1848 Savaşında Meksika’dan 2.5 milyon km2 toprağı zahmetsizce ele geçirmesi vardı. Amerikalılar o zaman boş ve değersiz gibi görünen Texas, Arizona, Utah, Kaliforniya, Nevada, New Mexico gibi toplamı tüm Batı Avrupa’nın yüzölçümüne denk bir alanı sadece 1,800 asker kaybederek elde etmişti. Savaşa nokta koyan Guadalupe Hidalgo Anlaşması (2 Şubat 1848) ile Amerikalılar bu muazzam kazanımı Meksikalıların cebine o zamanki değeri ile 15 milyon USD para koyup, 3.2 Milyon USD tutarındaki alacağını da silerek elde etmişti. Bu tutarları bugünkü ABD Doları değerine getirirsek, bu tutarların toplamı 550-600 milyon USD gibi değer yapıyor.
Bismarck’ın yukarıda yer alan meşhur ifadesini söylediği zaman; ABD, siyasi ve askeri anlamda henüz orta sıklet bir güç dahi sayılmazdı.
ABD’nin elde ettiği yer altı ve yer üstü zenginlikler ve mükemmel coğrafi konum, gelişmiş bir siyasi sistem ve dinamik bir girişimci sınıfı ile birleşince 1871-1945 arasındaki dönemde ABD; siyasi, ekonomik ve askeri bir süper güç haline gelmişti.
ABD’nin kaderini çok önceden hisseden Bismarck şu unutulmaz sözü ile tarihe geçmişti:
“Öyle bir ilahi bir güç var ki, bu güç aptalları, serkeşleri, çocukları ve Amerika Birleşik Devletleri’ni her daim koruyor.”
Büyük güçlerin yükseliş ve düşüşlerindeki en önemli değişkenlerden biri ve belki de en önemlisi coğrafyadır. Yukarıda ABD örneğine hep beraber göz atmış olduk.
Çok daha geriye gidersek, Sümerlerin Mezopotamya’nın verimli toprakları üzerinde uygarlık tarihinin ilk imparatorluğunu kurması, Mısır Hanedanlarının Nil deltası üzerinde inşa ettikleri muazzam uygarlık, Roma’nın eşsiz coğrafi konumunu kullanarak Latin Birliğini zengin şehir ve verimli topraklar üzerine kurması Antik Çağ’dan verilebilecek örneklerdir.
İlk sömürge imparatorluklarının İspanyollar ve Portekizliler tarafından kurulması bu iki devletin Atlantik kıyısında limanlara sahip olmalarından veya ileri denizcilik tekniklerini keşfetmelerinden kaynaklanmamaktadır. Coğrafya İspanya ve Portekiz’i o kadar sınırlamıştır ki, bu iki devlet kuzeyde Fransa, güneyde Magripliler ve Akdeniz’de Osmanlılar aleyhine genişleyemeyeceğini hesaplayarak, Atlantik’e açılıp Yeni Dünyayı keşfetmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki başarıları, yalnızca askeri sisteminin üstünlüğüne bağlı değildir.
Balkanlar o dönemde nüfusu az ve zayıf devletçikler ile dolu idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun genişlemesi sınırları kuzeybatıda Avusturya ve doğuda İran gibi güçlü merkezi devletlere erişince yavaşladı. İmparatorluğun temel açmazı, kendi sisteminde gizli idi. Osmanlıların siyasi ve ekonomik sisteminin başarısı, iç ekonomik katma değer yaratımındaki kısıtlar nedeni ile, dış genişlemeye bağlıydı. İmparatorluğun çevresindeki zayıf devletler bir bir düşerken, her genişleme aşamasının yüksek bir marjinal faydası vardı. Osmanlı İmparatorluğunun sınırları güçlü merkezi devletlerin sınırlarına kadar ulaştığı zaman, ilave dış genişlemenin marjinal ekonomik maliyeti marjinal faydasını aşar duruma gelmişti. Ne de olsa Avusturyalıların ve İranlıların orduları ve tahkimat sistemleri büyük meydan savaşları kazanarak büyük topraklar elde etmeyi olanaksız kıldığı gibi, Osmanlılar ilk defa 16. yüzyılın ikinci yarısında askeri teknikler ve kullanılan silahlar anlamında da geri kalmaya başladıklarını fark etmişti.
Osmanlıların diğer potansiyel genişleme eksenleri olan Rusya stepleri ve Sahra altı Afrika ekonomik bir fayda getirmekten uzak alanlardı. Donanmanın gücü de Batı Akdeniz’i zapt etmeye yeterli değildi. Zaten Osmanlılar Atlantik kıyısına ulaşmış olsalardı dahi, donanma sığ Akdeniz sularında seyir etmeye uygundu. Diğer bir deyişle, Osmanlılar Atlantik Okyanusu’nu geçecek denizcilik donanımı ve tekniğine sahip değildi.
Bu arada Atlantik limanlarından açılarak Yeni Dünya’yı fetheden Avrupa Devletleri elde ettikleri altın, gümüş, metaller ve doğal kaynaklar ile muazzam bir ekonomik yükseliş yaşarken, Osmanlılar bir de bu değerli metallerin yüksek arzından oluşan yüksek bir enflasyon ile karşılaşmıştı.
Osmanlı’nın için çökmeye başladığı 17. yüzyıl başında Avrupa Devletleri muazzam bir savaş (1618-1648, 30 yıl savaşları) ile meşgulken, Osmanlılar o kadar dermansızdır ki bu savaşı fırsat bilip, Avusturyalılara bir darbe vurmaya dahi teşebbüs edememişlerdir.
Coğrafyayı en iyi kullanan uluslardan biri kuşkusuz İngilizlerdir.
Britanya İmparatorluğu kendi halinde bir ada ülkesi iken, Manş Denizindeki limanları ile Avrupa ile ticaret yaparak zenginleşmiş, Atlantik kıyısındaki limanları sayesinde muazzam imparatorluğunu kurmaya başlamıştır. Bir ada ülkesi olması sayesinde, pahalı bir kara ordusu beslemek zorunda kalmadan tüm kaynaklarını ticaret ve sömürge imparatorluğunu kurmakta kullanabilmiştir. Üstelik bu limanlar ve deniz gücü ile 18. ve 19. yüzyılda büyük bir güç haline gelmiş olan en büyük rakibi Fransa’yı da dizginlemiş ve ekonomik ablukaya alabilmiştir. İngilizler, Prusya ve Avusturya gibi Kıta Avrupa’sındaki müttefikleri ile Fransızların muazzam kara ordularını durdururken, deniz güçleri ile Kanada, Hindistan, Güney Afrika ve Meksika Körfezi’ndeki değerli Fransız sömürgelerini ağaçtan elma toplar gibi zahmetsizce ele geçirmişti.
Coğrafyanın bir stratejik silah olarak kullanıldığı en güzel örnek ise 19. Yüzyılın ikinci yarısındaki Rusya-İngiltere mücadelesidir. İngilizler, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak yerine Rusya’ya karşı bir tampon devlet olarak kullanmış, Rusların Hindistan’a ulaşmalarını engellemek için Afgan kabilelerini kullanmış, Çin üzerine baskı yaparak Rus ilerleyişini Moğolistan üzerinde kesebilmiştir. İngilizlerin Rusları sınırlamak üzere kullandığı büyük strateji ile ilk defa jeopolitik kavramı literatüre girmiştir.
Coğrafyanın ülkenin kaderini belirlediğini gösteren en önemli örneklerinden biri de Almanya’dır. Birleşik Almanya kuruluş tarihi olan 1871’den sonra büyük bir ekonomik atılım göstermiş, 1900’lü yılların başında İngiltere’nin toplam sanayi üretimini yakalamış ve geçmiştir. Ancak Almanya’nın ekonomik anlamda ABD ölçeğine gelebilmesi o günkü coğrafi koşullar açısından mümkün değildi. Bu neden ile ülkenin sınırları batıda Fransa’ya, doğuda Rusya’ya eriştiği zaman; stratejisini “Drang Nach Osten” yani Doğu Avrupa ve Rusya’daki zenginlikleri elde etme üzerine kurdu.
Bu strateji Rusya ve müttefiki olan Fransa ile aynı anda savaş anlamına geliyordu. 20. yüzyıl başında artık I. Dünya Savaşı’nın kaçınılmaz olduğu ortaya çıkmıştı. I. Dünya Savaşı’nı (1914-1918) Almanların kazanabilmesi için savaşın ilk 40 gününde Almanların Paris’e ulaşarak Fransa’yı devirmesi ve daha sonra doğuya dönerek Rusları yenmesi gerekiyordu. İngiltere’nin müdahalesinin etkisi bu stratejide göz ardı edilmişti. Bu stratejiyi uygulamaya alacak Schlieffen Planı da başarısız olunca, savaş 1918’e kadar uzayacak ve milyonlarca askerin canına mal olacak statik bir mücadeleye dönecekti. Bu yıpratma savaşını kaybeden Almanya oldu. İmza edilen Versay Barış Anlaşması (1919), Almanya’yı zayıflatmak ve çevresini yeni kurulan Polonya, Çekoslovakya gibi ülkeler ile çevrelemek prensibi üzerine kurulu idi. Ancak, Almanların 20 yıl içinde Versay’ın prangalarını aşama aşama kıracağı düşünülmemişti.
II. Dünya Savaşı’nda (1939-1945) ise Almanların baştaki göz alıcı başarıları silahlanmaya daha erken başlamaları ve mükemmel bir askeri doktrin olan Blitzkrieg’i geliştirmiş olmalarına dayanıyordu. Ancak coğrafya burada da Almanların kaderini çizmekte etkili oldu. Yıldırım Savaşı doktrini gelişmiş ulaşım ağına sahip Polonya ve Fransa’da Almanlara hayal edemeyecekleri zaferler kazandırmıştı. Almanlar, Sovyetler Birliğine taarruz ettikleri zaman oyunun büyüklüğü ve kuralları tamamen değişmişti.
Almanlar, 1941-1942 Sovyetler Birliği’nin hayati siyasi ve ekonomik merkezlerine ulaşamadan durduruldular. Eğer Almanların lojistik yetenekleri; Sovyetler Birliği’ni Bakü ve Kafkasya’daki petrol yataklarından mahrum edecek veya Alman zırhlı birliklerinin Moskova ve Leningrad gibi hayati önemdeki siyasi ve ulaşım merkezlerine ulaşmasını sağlayabilecek kapasitede olsaydı; Sovyetler Birliği Almanya ile müzakereli bir barış anlaşması yapmak zorunda kalacaktı.
Soğuk Savaş jeopolitik sanatının en dahiyane kullanıldığı dönemdir.
Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve ABD Dünya’yı bir “Go” oyunu tahtasına çevirmiş, ABD’nin Sovyet Blokunu batıda Batı Avrupa Ülkeleri, güneyde Türkiye, İran ve Afganistan ile çevreleme stratejisi sonuç vermişti. Sovyetler Birliği Çin ile ideolojik bir çekişmeye girdiği 1955-1960 döneminde ise jeopolitik açıdan büyük bir yara almıştı. Sovyetler Birliği Çin’i müttefik olarak kaybettiği gibi, Çin ile 1960’lı yıllarda bir dizi sınır çatışması yaşayacaktı. ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’ın organizasyonu ile 1972 yılında ABD ve Çin uzlaşması gerçekleştiği gün, Sovyetler Birliği jeopolitik oyunu kaybetmişti.
Avrupa ise ABD ile Sovyetler Birliği arasında üçüncü bir güç olma hedefini, coğrafi engelleri kaldırarak aşmaya çalışmış, 1951’de Batı Almanya, İtalya ve Fransa ile Benelüks Ülkelerinin 1951’de kurmuş olduğu Avrupa Kömür ve Çelik Birliği bugünün AB’sine adım adım dönüşmüştür. 2020’li yıllara geldiğinde Almanya’nın iki dünya savaşı ile kıramamış olduğu coğrafi kısıtlarını, AB ile kırdığını ve Almanya-Fransa iş birliği ile kayda değer bir güç haline geldiği söylenebilir.
Günümüzün jeopolitik denklemi daha da karışıktır.
Rusya ve Çin, Batı Dünyası’nın kurmuş olduğu jeopolitik sisteme meydan okurken; Dünya’da yeni fay hatları oluşmuştur. Çin her ne kadar küresel sistemde düşük üretim maliyetleri ile küresel büyümenin anahtar oyuncusu haline gelmiş olsa da; gerçek bir süper güç haline gelmesinin tek koşulu içinde bulunduğu jeopolitik çevrelemeyi kırabilmesidir. Çin’in sanayi ve ticari merkezini oluşturan doğu deniz kuşağı kuzeyde Güney Kore ve Japonya’dan başlayarak, Taiwan ve Filipinler tarafından çevrelenmiştir. Bu çevrelemeyi ABD’nin Japonya, G. Kore ve San Diego ve Mariana Adalarındaki deniz ve hava üsleri ile tamamlanmaktadır.
II. Dünya Savaşı’nı Pasifik’te hukuken bitirmiş olan San Francisco Anlaşması (1952) ile Japonya’nın tüm deniz aşırı toprakları toprakları alınarak, bugünkü Japonya yaratılmıştı. Ancak bu anlaşma aynı zamanda Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi’nde Çin’i (Çin İç Savaşı’nı 1949 yılında komünistler kazanmıştı.) çevreleyen bir “cordon de sanitaire” oluşturmuştu. Bugün Çin büyük kaynaklar tahsis ederek yapay adacıklar kurmakta ve asla kabul etmediği San Francisco Anlaşması’nın yaratmış olduğu seddi kırmaya çalışmaktadır.
Çin’in jeopolitik anlamdaki en önemli girişimi “Belt & Road” projesi olarak da bilinen “Kuşak ve Yol” projesidir.
Bu büyük proje ile Çin’den Doğu Avrupa’ya kadar uzanan büyük bir coğrafyayı birbirine bağlayacak olan kara, demir ve deniz yolları, limanların inşaatı ile doğalgaz, petrol ve elektrik dağıtım ağı kurulumunu içermektedir. “Belt” yani “kuşak” Batı Avrupa’ya kadar uzanan kara ve demiryollarını oluştururken, “Road” yani projedeki anlamı ile denizyolları ve ilgili altyapıyı sembolize etmektedir. Bu sayede Çin tüm Orta Asya ve Güney Doğu Asya’yı içeren bir ekonomik refah bölgesinin lideri olmayı hedeflemekte olup, bu ekonomik refah bölgesi aynı zamanda Afrika ve Orta Doğu’dan kesintisiz bir hammadde ve enerji akımını tedarik edecek bir devasa alt yapıya sahip olacaktır. Aynı zamanda Rusya ve Orta Asya üzerinden Batı Avrupa’ya kadar uzanan ulaşım olanakları ile Avrupa ve Çin arasında hızlı ve güvenli bir bağlantı oluşacaktır.
Morgan Stanley’in tahminine göre, Çin 2027 yılına kadar bu projeye 1.2-1.3 trilyon USD harcamış olacaktır. Bu büyük stratejik planın ilk aşaması başladıktan sonra (ki yaklaşık 200 milyar USD harcanmıştır.); ABD’nin ticaret savaşı kartını sahaya sürmesi, İran yaptırımlarının masaya konulması tesadüf değildir.
“Coğrafya kader midir?” sorusuna geri döndüğümüzde, coğrafyanın tek başına ülkelerin kaderini belirlemediği sonucuna ulaşabiliriz.
Ancak coğrafyanın önemli bir değişken olarak etki ettiği jeopolitik kavramı, mutlak bir şekilde ülkelerin geleceğini ve hatta kaderini belirleyecektir.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.