Ekonomist Olmayan Bir Yöneticinin Ekonomiyi Analiz Yöntemi II. Bölüm: Döviz Kurları Doğru Yerde mi?

Burak Köylüoğlu

 

Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilerde en önemli parametrelerden biri, yerel para biriminin uluslararası rezerv para birimleri karşısındaki nispi değeridir. Türkiye Ekonomisi büyük ölçüde dual bir parasallaşma olgusuna sahiptir. Bu parasallaşma olgusu ile, ekonomik sistemin bir bölümü TL, diğer bölümü USD ve EUR’dan oluşan kur sepetinden oluşur. Hemen rakamlarla bu ayrışmaya bir göz atalım.

Krediler:

 

 

 

Mevduat:

 

 

 

Tablo şaşırtıcı değil mi? Sisteme baktığımız zaman kredilerin yaklaşık 1/3’ü; mevduatın yaklaşık yarısından bir parça azı, YP’den oluşuyor. Tasarruf sahiplerini anlamak gerekir. Bugün 1,000,000 TL ve üzeri mevduatı olanlar rahatlıkla %14 brüt basit mevduat oranına erişebilirler. Bu da stopaj sonrası %12 düzeyinde bir net getiri demektir. Bu durumda şu soruyu sormamız gerekir: TÜFE’nin Ekim 2017’de yıllık %11.90, ÜFE’nin %17.28 olduğu bir ortamda tasarruf sahibinin %12 net faiz getirisi ile TL varlıklara yatırım yapmasının mantığı nedir? Bu sorunun yanıtını tam olarak bulamadığımız için Türkiye Ekonomisinde bu dual yapı oluşmaktadır.

Bir de soruyu tersten soralım. Bazı yabancı yatırım kurumları, yakın zaman içinde USD/TL 3.40 düzeyine indiği zaman TL daha da değer kazanabilir şeklinde öngörülerde bulunmuş idi. Genelde bu yöndeki öneriler, kur sepetinin yukarıya döneceği zaman yabancı yatırımcılara düşük seviyelerden YP alma olanağı sağlamak için verilir, yeter ki birileri bu yorumları okuyarak elindeki YP’yi ucuza satsın. Türkiye’de bu değişkenler ile kur sepetinin düşüşü sadece geçicidir.

Neyse biz analize devam edelim.

Türkiye Ekonomisi’nde döviz talebini ve fiyatını belirleyen en önemli faktörlerden biri de ülkenin döviz cinsinden bilançosunun ve akım tablosunun yapısıdır.

 

 

 

 

Uluslararası yatırım pozisyonunun 440 milyar USD açık ile GSYH’nin %51’ine gelmiş olması, Türkiye Ekonomisinin artık tehlikeli sulara girdiğini gösteriyor. Üstelik bu açığın üzerine, her yıl cari açık tutarı eklenmekte; bu tabloyu ancak yabancılara yönelik özelleştirmeler ve yurtiçi kurum ve varlıkların yabancı yatırımcılara satışı gibi giderek azalan unsurlar dengeleyebilmektedir.

Kur düzeyini inceler isek, başka bir sorunun varlığını görüyoruz.

 

 

 

 

17-25 Aralık 2013 olayları sonrasında TCMB’nin faiz silahını tam olarak çekmesi, 2014 yılında sepeti yatıştırıcı etki yapmış olsa da, 2015 yılı dahil olmak üzere artık TL’nin değer kaybının süreklilik kazandığını görüyoruz. Karşılaştırma yapmak için kur sepetini Eylül 2017 sonu itibari ile tabloya aldım. Bugünkü tabloya bakar isek, USD/TL 3.9134, EUR/TL 4.6553, sepet 4.2843 ve sepet değişimi yılbaşından beri %18.31 düzeyinde. 2015 yılından itibaren, döviz tarafında uzun kalmanın, TL karşısında uzun kalmaya göre ne kadar avantajlı olduğu son derece açık bir tablo olarak görünmektedir.

Ancak aşağıdaki gösterge de modele dahil edildiğinde, rahatsız edici bir başka eğilimin varlığı fark edilmektedir.

 

 

Ekonomi yönetimi 2015 yılından itibaren ısrar ile TL’yi döviz sepeti karşısında bir parça değersiz tutarak, ödemeler dengesini kontrol altında tutmak ve bu yol ile ihracatı desteklemeye ve ithalatı dizginlemeye çalışmasına rağmen, kur sepetindeki makul artış eğilimi artık ödemeler dengesini düzeltememektedir. Üstelik ekonomi yönetimi, makul ölçüde sürdüğü değersiz TL politikasını, özel sektör YP bilanço açığının özel sektöre vereceği zararı ve kur sepeti artışının enflasyona belli ölçüde yansımasını göze alarak uygulamaktadır. Bu politika, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizlerin önemli ölçüde ödemeler dengesindeki sorunlardan kaynaklanmış olması nedeni ile doğru bir politikadır. Ancak Türkiye’nin açmazı 2017 yılında oldukça karmaşık hale gelmiştir. Ekonomi yönetimi TL’de daha da yüksek değer kaybı yaratarak; ödemeler dengesini ve cari dengeyi orta vadede iyileştirme olanağına artık sahip değildir. Toplum (ve seçmen) bu anlamda yüksek oranlı kur artışı ile yüksek enflasyon bedelini ödemeye ikna edilse ve bu fedakârlığa gönüllü olarak katılsa dahi; çoğu özel sektör üzerinde olan 440 milyar USD’lik pozisyon açığı ile yüksek kur artışı birleştiği zaman; ülkemizdeki pek çok anlı şanlı kurum, ilk önce büyük zararlar yazacak, daha sonra bu büyük zararların etkisi ile likidite tuzağına düşüp, tuş olacaktır. Hemen basit bir hesaplama yapalım: Bu yılın ortalama UYP açığı 400 milyar USD ise, bugüne kadar olan sepet artışı basitçe konsolide olarak 72 milyar TL kambiyo zararı üretir.

UYP rakamları konsolide rakamlar olduğu için, kendi içinde daha büyük bir tehlikeyi saklamaktadır. 2017 Q3 itibari ile 440 milyar USD tutarındaki açığı, YP uzun pozisyon ve YP kısa pozisyon tutanların toplamı olarak düşünürsek, aslında YP kısa pozisyona sahip kurumların çok daha fazla kısa pozisyon taşıdıkları ve olası bir kur artışından daha çok etkilenecekleri sonucunu çıkarabiliriz.

Türkiye’nin büyük kur artışları yaşadığı 1994 ve 2001 Ekonomik Krizleri sonrası 1995 ve 2002 yıllarındaki gibi cari fazlaya dönebilmesi zor görünüyor.

Tüm bunların üzerine Türkiye’nin 2017 Ocak-Eylül dönemi 31.1 milyar USD cari açığının finansmanının, 22.4 milyar gibi büyük bir bölümünün portföy yatırımları girdisi ile yaptığını düşünürsek; portföy yatırımlarının uluslararası konjonktür nedeni ile azalması veya kar beklentisinin artması başka bir sorun yaratabilecektir.

Uluslararası ekonomik konjonktür ve yeni paradigmanın etkisini bir sonraki yazımda ele alacağım.

Burak Köylüoğlu

 

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!