Bu yazı dizisinin henüz ilk bölümünü okumadıysanız, Meşhur İktisatçıların Unutulmaz Sözleri ve Türkiye Ekonomisi, I. Bölüm isimli yazımı okumanızı öneririm. İlk bölümde Milton Friedman ve John Maynard Keynes’in ekonomi biliminde temel yasaları tanımlayan sözleri ile Türkiye Ekonomisi’ndeki durumu karşılaştırmış idim.
Bu bölümde modern iktisatçıların unutulmaz sözleri ile devam edeceğim.
“Capitalism has forced everyone to overoptimize in order to compete.”
“Kapitalizm rekabeti arttırmak için tüm oyunculara aşırı iyimserlik aşılamıştır.”
Nassim Nicholas Taleb
Meşhur Siyah Kuğu kitabının yazarı Taleb bu mottosu ile, kontrolsüz bir kapitalist sistemin ve insanoğlunun en önemli zayıf noktasını ifade ediyor: Risk unsurunu göz ardı ederek, büyüme ve gelişme arzusu ve hırsı. Gerçekten de kontrolsüz bir kapitalist sistem olması gerektiğinden daha büyülü bir dünya tasvir ederek; kurumların daha hızlı büyümesini, satış ve yatırımlarında daha agresif olmasını; bireylerin ise daha çok tüketmesini teşvik eder. Bunu da insanları, kurumları, sektörleri ve devletleri yarıştırarak yapıyor.
Türkiye ise bu sözün doğrulandığı tam bir laboratuvar gibidir. Son dönemde ekonominin tüm aktörleri; kamu, reel sektör ve tüketiciler, borçlanabildiği ölçüde borçlanmışlar, yeni yatırımlar yapmışlar ve tüketmiştir. Artan riske işaret edenler ise kötümser ve muhafazakâr olarak nitelendirilmiştir. Aynı eğilim bankalarda da gözlenmiştir. Bankalar, istisnalar hariç olmak üzere, uzun bir süreden beri iyi düşünülmemiş ve gevşek kredi politikaları ile bu eğilimin ortağı olmuştur.
2018 Ekonomik Krizi ise tüm ekonomik oyuncuları aşırı iyimserlikten, aşırı ihtiyatlılığa savurmuş, bu kez de bankalar kredi frenine tam anlamı ile basmış, reel sektör yatırımlarını ve harcamalarını durdurma noktasına gelmiş, tüketici ise tüketimi kısabildiği noktaya kadar kısmıştır. Ekonomi yönetimi ise, kamu maliyesindeki nispeten güçlü pozisyonu ile, sık sık “müjdeler” içeren paketler açıklayarak; ani bir depresyona girmiş ekonomik aktörleri hem psikolojik hem de klasik Keynesyen yöntemler ile rahatlatmaya çalışmaktadır.
Gelelim işin mikro ekonomi boyutuna. Finansal kurumların içinde risk hassasiyeti yüksek kredi analistleri, krediler bölümü yöneticileri, mali analistler, riski getiri ile beraber yöneten birim ve şube yöneticileri hızlı büyüme dönemlerinde genel olarak kuralcı ve muhafazakâr olarak nitelendirilmiştir. Halbuki son kriz bu değerli azınlığın aslında finansal sektörü taşıyan en önemli yapı taşları olduğunu kanıtlamıştır.
Aynı tanım reel sektör için de geçerlidir. Reel sektörde riski gerçek anlamda getiri ile beraber yönetebilen yönetim kurulu üyeleri, CEO’lar, CFO’lar, finans (veya eski tanımı ile mali işler) yöneticileri, iç denetim ve kontrol yöneticileri ve diğer uzmanlık alanlarında görev yapanlar; kurumların en önemli sigortaları olmuştur. Burada reel sektöre dışarıdan destek veren ve bu işi doğru bir şekilde yapan sigorta sektörü, bağımsız denetim kurumları, tam tasdik hizmeti veren yeminli mali müşavirler ve mali müşavirlerin rolünü unutmamak da gerekir. Bu kurum ve kişiler de ülkemizde artık değerli bir azınlık haline düşmüştür.
Yaklaşık 9 yıl önce çok değerli bir mali işler başkanı dostumun bana telefon ile danışmış olduğu konu yukarıdaki saptamalar güzel bir örnek oluşturur. Kurmuş olduğu sistem tanınmış ve büyük ölçekli bir kurumsal yapıda belli bir muhalefet yaratmıştı. Kurum büyüklüğüne ve tanınmışlığının aksine; riskleri kontrol altında tutmaya çalışan ve iş kollarını objektif ve bilimsel yollar ile ölçen bu modeli benimseyememişti.
En sonunda kurum içi politikanın etkilemiş olduğu yönetim kurulu başkanı; kendisine nazikçe “Siz çok değerli bir yöneticisiniz ancak biçtiğiniz elbise bize dar geliyor.” ifadesinde bulunmuş idi. Kendisi konuyu bana aktardığında, kurmuş olduğu sistemi yakından bildiğim için çok rahat bir şekilde şu öneride bulundum: “Bu mesele basit bir sistem ve firma kültürü uyumsuzluğudur. Kısa vadeli hedefler ile hayatını yaşamakta ve riskleri göz ardı etmekte ısrar eden bu kurumdan ayrıl ve mesleki prensiplerinin değer göreceği başka bir kurumda kariyerine devam et. Arkana da kesinlikle bakma!”. Kendisi bu önerime değer verdi ve bu kurumdan kısa zamanda ayrıldı.
Dostumun ve bu tanınmış kurumun ismi bende gizli ancak şunu söyleyebilirim ki dostumun kariyeri ile ilgili kurumun performansında fark 2018 Ekonomik Krizi’nde inanılmayacak bir fark yaratarak ayrıştı.
“Banking is a very treacherous business because you don’t realize it is risky until it is too late. It is like calm waters that deliver huge storms.”
“Bankacılık son derece tehlikeli bir sektör, çünkü bu sektörde yüksek bir riskin varlığı çok geç oluncaya kadar farkına varılamaz. Bu yönden büyük fırtınalar yaratan sakin denizlere benzer.”
Nassim Nicholas Taleb
Taleb’in bu sözü de hiçbir zaman akıldan çıkartılmaması gereken bir gerçeği işaret eder. Bankacılık ve finansal sektörlerdeki riskler; sektör neredeyse kendi kendini tamir edemediği zaman ortaya çıkar. Bu risklerin ortaya çıkışı ise panik ile başka sorunları tetikler.
1990’lı yıllarda kamu kesiminin aşırı borçlanması ve bu borcun bankaların aktifinde birikmesi 2001 Ekonomik Krizi’nin önde gelen nedenlerinden biridir. Aynı zamanda kamunun yüksek borcu sağlayan finansal sektöre, bir cins rüşvet vererek, sektör üzerindeki denetimini zayıflatması; bazı bankaların kendi grup şirketlerine açtığı kredileri ve “back to back” işlemleri tetiklemiştir. Finansal ve ahlaki açıdan büyüyen riskler en nihayetinde, 2001 Ekonomik Krizi’ni ateşlemiştir.
2018 Ekonomik Krizi’nde ise sebep sonuç ilişkisi daha farklı işlemiştir. Bu kez krizi yaratan en önemli nedenlerin biri, reel sektördeki yüksek borçluluk ve döviz kısa pozisyonudur. Üstelik bu büyük risk; asimetrik enformasyon (uydurulmuş finansal tablolar) ve yetersiz kredi teknikleri sonucu bankaların kredi portföyüne de bulaşmıştır.
“Sound money is the sine qua non of a prosperous society.”
“Sağlam bir para birimi, zengin bir toplumun olmazsa olmazıdır.”
Arthur Laffer
Arthur Laffer, şahsen en beğendiğim modern iktisatçılardan biridir. Meşhur Laffer Eğrisi’ni ortaya koyarak ekonomi literatürüne önemli bir katkı yapmıştır. Yukarıdaki kısa sözü sayfalarca yazılacak bir gerçeği net olarak ifade eder: Ülke parasının istikrarı, o ülke ekonomisi için en önemli kritik başarı faktörüdür.
Türkiye’deki ekonomik sorunların tamamında Türk Lirasına istikrar ve kararlılık sağlanamaması temel faktörlerden biridir.
Gelişmekte olan pek çok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de dual hatta triplus (TL, USD, EUR) bir para sistemi bulunmaktadır. Ocak 2019 itibari ile sistemdeki mevduatın %49.6’sı, kredilerin %40.6’sı yabancı para cinsindendir. Pek çok temel ürün doğrudan veya örtülü bir şekilde dövize endeksli olarak fiyatlanır. Altın olarak tutulan değerler de dikkate alındığında YP ve YP’ye endeksli tasarruflar iyice baskın durumdadır.
Devlet dahi bu üçlü para sisteminin bir oyuncusudur. Mega projelerin kullanım bedellerinin dövize endeksli belirlenmiş olması, ekonomi yönetiminin Türk Lirasının pozisyonunu savunma görevi ile çelişmektedir. Ekonomi yönetimi, Türk Lirasını koruma kanunu üzerinde sayamadığım kez değişiklik yaparak, özel sektörde kredi kullanımından başlayarak sözleşme hukukuna kadar müdahalede bulunurken, Türkiye Cumhuriyeti Hazinesi’nin yurtiçi piyasaya yönelik dövize endeksli tahvil çıkararak borçlanması anlaşılabilir bir yöntem olarak görmüyorum.
Bir ülkenin para birimine karşı güvenin oluşturulması için iki önemli faktör vardır: Paranın iç değer kaybı olan enflasyona karşı etkin bir mücadele programı ile paranın dış değer kaybına yol açabilecek risk faktörlerinin eliminasyonudur. Paranın dış değer kaybı ise ülkenin kamu ve özel sektör borçluluğunun kontrol altında tutulması ile cari hesap dengesinin yönetilmesine bağlıdır. Ocak 2000-Kasım 2018 arasında tam 581 Milyar USD cari açık vermiş Türkiye Ekonomisi’ndeki triplus para sorunu bir sonuçtur.
“Some investments do have higher expected returns than others. Which ones? Well, by and large they’re the ones that will do the worst in bad times.”
“Bazı yatırımların diğerlerinden daha yüksek beklenen getirileri olur. Genel olarak da bu yatırımlar zor dönemlerde en kötü finansal performansı üretir.”
William Forsyth Sharpe
William Fosyth Sharpe’ın bu cümlesi Türkiye’de perakende, enerji, inşaat, gayrimenkul ve AVM sektörünün geçmişten bugüne kadarki hikayesini özetleyen mükemmel bir ifadedir. Dikkat edilirse bu beş sektör de doğal ve doğrudan döviz getirisi üretmez. Bu sektörlerin tamamı da kamu regülasyonu ve iç talep büyümesine hassas sektörlerdir. Bu sektörler dış borç ile büyüme hikayesinde çok karlı olduğu düşünülen ancak ülke ekonomisinin zorlandığı dönemlerde ilk önce karlılık, daha sonra nakit akımı, daha sonra da borç servisi anlamında sorun yaşayan sektörlerdir.
Bu sektörlerin uzun vadede en çok kazanan sermayedarları yüksek dönemde işi hızlı büyütüp, yüksek değerden “cash out” yapıp çıkanlar olmuştur. İstisnalar hariç olmak üzere bu sektörlerde kalanların işi türlü anlamda kolay değildir. Bu neden ile bu sektörlerin devletten ve bankacılık sisteminden istekleri kolay kolay bitmez.
“Growth is not an objective in itself; we should be concerned with standards of living.”
“Büyüme, başlı başına bir amaç değildir; yaşam standartlarını ve kalitesi arttırmak üzerine eğilmeliyiz.”
Joseph Stiglitz
Joseph Stiglitz, Paul Krugman ile beraber son 20 yılın en önemli Neo-Keynesyen iktisatçılarından biridir. Bu sözü de sayfalarca yazıya bedel bir anlam taşımaktadır.
Türkiye II. Dünya Savaşı hariç, 1938’den beri iç potansiyelini yeterince kullanamamış ve Atatürk’ün temel vizyonu olan gelişmiş ve modern bir ülke olamamıştır.
2017 sonu ile Dünya’nın 17. büyük ekonomisi olan Türkiye’nin kişi başı geliri 10,540 USD olarak Dünya ortalamasının altındadır. Türkiye, son yıllarda 2018 II. Çeyreğine kadar göz alıcı bir büyüme kaydetmesine rağmen, bu büyüme geçici ve sürdürülemez faktörler ile beslenmiş ve en nihayetinde bu büyümenin emel faktörleri ekonomik krizin bizzat nedenleri haline gelmiştir.
Üstelik yukarıdaki rakamlarda dahi bazı dikkate alınması gereken faktörler vardır. Bunun birincisi 2018 Ekonomik Krizi nedeni ile döviz kurundaki artış ve 2018 GSYH 3. ve 4. Çeyreklerdeki duraksama ve hatta gerileme 2018 GSYH’na yansımıştır. Bu faktörlerin etkisini 2019 Mart ayında,2018 GSYH’sı açıklandığı zaman öğreneceğiz.
GSYH ve kişi başı GSYH hesaplarındaki istatistiksel boşluk ayrı bir meseledir. Hesaplama biçimi, OECD’nin yeni yöntemlerine göre değiştirildiği ifade edilmiş olsa da; ısrarla eski hesaplama yöntemi ile üretilmesi gereken sonuçlar açıklanmamaktadır. Bu da bilimsel olarak, eski seri ve yeni seri arasındaki kıyaslamayı olanaksız kılmaktadır.
Kişi başı gelirde ise çok önemli bir sapma faktörü göz ardı edilmektedir. Ülkemizde elini kolunu sallayarak gezen, çalışan, ticaret yapan ve yaşayan milyonlarca göçmenin yarattıkları ekonomik aktivite GSYH hesabına dahil iken, kişi başı GSYH hesabının payda kısmında bu göçmenlerin sayısı dahil edilmemektedir. Dolayısı ile kişi başı GSYH rakamı olması gerektiğinden daha düşüktür. Kaliteli bir göç alan bir ülkenin, GSYH’sının ve kişi başı GSYH’sının artması beklenirken, Türkiye’ye gelen milyonlarca göçmenin yarattığı etki aslında olumsuzdur.
Gelişmiş ülkeler göçmen politikasına büyük bir stratejik önem verirken, Türkiye’nin bu yönde bir politikası olduğunu pek hissetmiş değilim. Türkiye daha şekerli çay içmek için çaya şeker katmak yerine (toplumun eğitim ve öğrenim düzeyini ileriye taşıyarak), su katıp (milyonlarca göçmeni kabul ederek) şekerli çayı taşırarak, çayı seyreltmiştir.
Göçmen meselesini bir kenara koyarsak, Türkiye’nin son yıllarda rekabetçilikte, demokratik kurumların gelişiminde, bilim ve teknolojinin ilerlemesinde, sosyal hayatın zenginleşmesinde ileriye gittiğini savunmak kolay değildir.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.