Bir önceki yazımda Türkiye ekonomisindeki 2019 kapanış tablosunu özetlemiştim. Türkiye Ekonomisi’nin 2020 yılı analizini tüm değişkenleri ile beraber aşağıda bulabilirsiniz.
ABD-Türkiye ilişkileri en önemli risk faktörlerinden biri olacak.
Bu konuda yazılıp çizilenlerin pek çoğu Amerikan siyasi sisteminin bilinmeden yazılıyor.
Amerikan politik sisteminde temel olarak güç; Temsilciler Meclisi, Senato, Başkan (ve kabinesi ile Beyaz Saray ekibi) ve yüksek yargıya dağıtılmıştır.
Her ne kadar ABD Başkanı yürütme konusunda çok önemli yetkilere sahip olsa da Temsilciler Meclisi ve Senato’da çıkarılan yasalar bu yürütme gücünün yasama tarafından kontrol edilmesini sağlar. Her iki yasama organında da Türkiye aleyhine olan görüş uzun zamandan beri güçleniyor.
ABD Başkanının çok güçlü bir veto yetkisi (Başkanın vetosu her iki yasama organında ayrı ayrı 2/3 çoğunluğu ile aşılabilir.) olmasına rağmen, bu vetonun kullanılması Başkan için iki ucu keskin bir kılıç gibidir. Hele ki bir azil süreci başlamış ve bir yıl içinde seçime girecek bir başkan söz konusu ise. Üstelik Türkiye aleyhine olan yasa tasarılarında Demokrat ve Cumhuriyetçi Parti üyeleri beraber davranıyor. Diğer yandan, dış politika ile ilgili kesinleşen tüm yasaların uygulama yöntemini ABD Başkanın yetki alanında.
Bir diğer konu ise Amerikan yargı sisteminde halen süreci devam eden ve İran yaptırımları konulu Halkbank davasıdır. Gerçi ABD’nin İran ve diğer ülkelere karşı uyguladığı yaptırımlar konusundaki hukuki sürecin uluslararası hukuka ne kadar uygun olduğu başka bir mesele olsa da UniCredit, HSBC, Societe Paribas, ING, BNP, Commerzbank, Credit Agricole, Credit Suisse, Deutsche Bank, Tokyo Mitsubishi gibi bankaların uzlaşmayla ABD yargı kararlarını kabul ederek, kayda değer bedeller ödemiş olduğunu hatırlamak gerekiyor. Türkiye’nin ise şu anki pozisyonu herhangi bir uzlaşmaya gitmeme üzerine kurulu.
Ben ABD-Türkiye ilişkileri açısından esas riskin, 2020 Kasım ayında ABD seçimlerinde Demokrat Parti kökenli bir başkanın seçilmesi olduğunu düşünüyorum. Demokrat Parti içinde başkan adaylığı yarışı hızla sürüyor. Bu yarışta en şanslı aday olan Joe Biden’ın Türkiye hakkındaki görüşleri oldukça sert, ikinci sıradaki Bernie Sanders’ın görüşleri daha da uç noktada. Gariptir ki tüm aşırılıklarına rağmen ABD Başkanı Trump bu seçenekler içinde kötünün iyisi gibi duruyor. Trump’ın karşısına kim çıkarsa çıksın, başkanlık seçimi kıran kırana geçecek. Sonuç olarak ABD yasama ve yargı sistemi ile idari tarafta OFAC gibi kurumların Türkiye aleyhine atacağı adımlar, Türkiye’ye yatırım yapan kurumların risk algısını arttırabilecektir.
AB ile olan ilişkiler serin ve dengeli olarak devam edecek.
AB ile olan ilişkiler de pek sıcak seyretmiyor. AB ile Türkiye arasındaki anlaşmazlıklar oldukça çeşitli: Suriyeli göçmenler, Suriye’nin iç savaş sonrası statüsü, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz kıta sahanlığı meselesi, Ege sorunu, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerinden uzaklaşmış olması, vs. şeklinde liste uzayıp gidiyor. Bu listeye ek olarak Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşması ve NATO’nun Doğu Avrupa ve Baltık Ülkelerini savunulması konusundaki adımları yavaşlatması, eskiden beri Türkiye’ye daha sıcak bakan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin de kaşlarını kaldırmasına yol açtığını not etmek gerekir.
Ancak aynı zamanda AB’nin en önemli güç ekseni olan Almanya ve Fransa’nın Türkiye’de önemli yatırımları ve çıkarları mevcut. Bu neden ile Türkiye’nin AB ile ilişkisi serin bir şekilde ve dengede devam edecek gibi görünüyor.
Avrupa bankaları ve sigorta kurumları ile kurumsal yatırımcılarının Türkiye riskini alma konusunda temkinli olmaya devam edeceğini öngörüyorum.
İç politikadaki parametreler sakin görünüyor.
Türkiye’de iç politika nispeten sakin. Her zaman şu sözü ifade ederim: Türkiye’de en iyi seçim bitmiş seçimdir. Yeni siyasi parti ve hareketlerinin bir erken seçimi tetikleyeceğine ve hatta bir ağırlığının dahi olacağını düşünmüyorum. Yazılıp çizilenlere de pek bakmayın. Türkiye’de siyaset giriş ve çıkışların zor olduğu bir güçlü oligopol pazarına benzer. Genel seçimlerin 2023’de yapılacağı konusunda bir tereddüttüm yok.
2020 yılında reel sektörde sorunlar artacak
Ekonomideki en önemli risk faktörü, 2018 Ekonomik Krizi’nin derinden sarstığı reel sektörün pozisyonudur.
Krizin sistematik zararı reel sektörü öyle bir vurdu ki, krizin etkileri halen genişleyerek devam ediyor. Üstelik bu sorun enerji, perakende, inşaat gibi çok bilinen sektörlerde hapsedilmiş değil, tüm sektörlere dağılmış durumda. Reel sektördeki sorun belli bir eşikten sonra ekonomik açıdan bir kanser vakasına benzer. Sağlıklı bir ekonomide aynı bir insan vücudunun teşkil ettiği sistemde olduğu gibi şirketler kurulur, batar, el değiştirir, birleşir. Bağışıklık sisteminin kanserli hücreleri yakalaması gibi ekonomi sorunlu kurumları yok eder, varlıklarını sağlıklı kurumlara aktarır. Bu kavrama yapıcı yıkım diyoruz. Gelişmiş ülkelerde yapıcı yıkımın işlemesini kolaylaştıran hukuki ve ticari prensipler ekonominin temelleri içinde yer alır. Amerikan ekonomisinin 1929,1971 ve 2008 bunalımlarından diğer ülkelere göre süratli çıkışının en önemli nedeni “yapıcı yıkımın” doğru işlemesini sağlamasıdır.
Bağışıklık sisteminin zayıflayarak kanser hücrelerini gözden kaçırdığında, kanser hücreleri ilk önce bir organ ya da dokuda tutunur ve tümörleşir. Daha ileride safhada da metastaz yapar, başka doku ve organlara sıçrayabilir. Kanseri oluşturan tümör hayati bir organda büyüdüğü zaman, tümörün yarattığı baskı ve yarattığı biyolojik kirlenme o organın çalışmasını durduracak hale gelir ve ölüm gerçekleşir. Türkiye’de reel sektörde ilerleyen kanser; banka bilançolarından, işsizlik oranına kadar ekonominin genelini etkiler hale gelmiştir. Halen reel sektördeki sorunlu sektör ve kurumların kamu bankaları başta olmak üzere bankacılık sektörü tarafından yapılandırılarak tedavi edileceğini düşünüyoruz. Bu yol ile reel sektör tedavi edilemez sadece finanse ettiği zarar tutarı artar, bilançolar büyür, sorunun çözümü daha da zorlaşır.
2018 Ekonomik Krizinin sistematik zararının önemli bir bölümü halen reel sektör bilançoları içindedir. Son 18 aydan beri şirketler net borç ödeyicisi olmasına rağmen, reel sektör hem faaliyetlerine oranla yüksek finansal kaldıraca sahip oldukları gibi, şirketlerin üzerinde varlık-yükümlülük ve gelir-maliyet anlamında kapatılamaz bir döviz kısa pozisyonu vardır.
Sorunlu kredilerin banka bilançoları dışına çıkarılmamasının ana yükü, bankaların ile reel sektördeki sağlıklı kurumların üzerine binmeye devam etmektedir. Donuk kredilerin maliyetleri sağlıklı kredilerin “spreadlerine” yansıdığı gibi, donuk krediler toplam kredi arzının artmasını engellemektedir. Rakamlara baktığımızda toplam TL kredilerin son bir yılda %12, toplam kredilerin ise %8.3 oranında arttığını görüyoruz. Kredilerin; zorunlu karşılıklar uygulamasındaki tatlı havuç ve kızılcık sopasını içeren uygulamaya rağmen reel anlamda artmadığını not almak gerekiyor.
TL tasarruflara uygulanan negatif reel TL faizi, TL’nin riskini arttırıyor.
Ekonomideki başka bir risk de “TL faiz” hedeflemesindeki ısrarlı yaklaşımdır. TL’nin stabil tutulabilmesi TL tasarruf sahiplerinin net anlamda en az %2-3 reel getiriye ulaşabilmesi gerekir. Hali hazırda ölçülen enflasyona göre dahi TL net getiriler negatife dönmüştür. Halen döviz mevduatların toplam içindeki payının %52 olduğu düşünülürse, TL faizlerde daha fazla indirim, örtülü sermaye kontrollerine rağmen, döviz sepetini yukarıya itebilir.
Kamu nakit açığı tedirgin edici düzeye ulaştı.
Hazine nakit gerçekleşmelerine baktığımız zaman, başka bir sorunun büyüdüğünü görüyoruz. Kamu nakit dengesi artık dikiş tutmuyor. Yıllar itibari ile 2015’de -17 milyar TL, 2016’da -38 milyar TL, 2017’de -60 milyar TL, 2018’de -80 milyar TL ve 2019 Ocak-Kasım döneminde -93 milyar TL (TCMB ihtiyat fonundan aktarılan tutar ve tek seferlik bir çok kaleme rağmen) şeklinde önü alınamaz bir hazine nakit açığı eğilimi mevcut. Bu eğilimin kamu borçluluğuna etkisi çok net görülüyor. Son dört yılda hazine borç stoku tam %86 artmış durumda. Üstelik döviz cinsinden yükümlülüklerin toplam hazine borç stoku içindeki payı %35 düzeyinden %49 düzeyine ulaşmış durumda. Henüz Hazine borç stokunun düzeyi 1990’lı yıllardaki sürdürülemez düzeyde değil ama bu eğilim tedirgin edici. 2020 yılında bu eğilimin devam edeceğini öngörüyorum.
Carry Trade için yolun sonuna geliyoruz.
Kim ne derse desin, TL’nin döviz sepeti karşısında değerinin stabilize edilmesi; “carry trade” yatırımcılarına yaratılan çifte getiri fırsatı ile yaratılabildi.
Hatırlarsanız Eylül 2018’de USD/TL kuru 6.50’yi geçtikten sonra, TCMB geç de olsa 625 baz puan politika faizini arttırmıştı. Bu nokta “carry trade” yatırımcıları için ideal nokta idi. Tam bu noktada Türk tahvillerine yaklaşık %25 gösterge faizi seviyesi üzerinden giren yabancı yatırımcılar son 15 ayda müthiş bir döviz cinsinden getiriye ulaştılar. Diğer bir deyiş ile, hem tahvillerin değer artışından (faizler ile tahvillerin değeri ters orantılıdır) hem kur düşüşünden öyle bir bileşik getiri elde ettiler ki, hiçbir gelişmekte olan pazarda bu getiri fırsatı mevcut değildi.
Yerli yatırımcılar ise carry trade yatırımcılarının kur yüksekken sattıkları dövizleri aldılar ve 18 ay boyunca inanılmaz bir reel kayba uğradılar. Sıkışıp da %25+ düzeylerinden tahvil satanları ya da BIST 100 87,000 düzeyinden TL varlık satanlar çifte zarara uğradı. Oyun teorisinin en güzel örneklerini keşfetmek için kriz dönemlerinde Türkiye piyasalarını incelemenizi öneririm.
Ancak TL faiz düşüşü artık son sınırlarına gelip, döviz kuru da yavaş yavaş yukarı doğru kıpırdanmaya başladığı zaman “carry trade” yatırımcıları için poker masasından kalkma zamanı gelmiş demektir.
GSYH büyümesinin %2-3 düzeyine ulaşması yeniden 30-40 milyar USD cari açık anlamına gelir.
2020 yılında Türkiye’nin %2-3 arasında büyümesi bekleniyor. Bu düşük büyüme rakamı da en az 30-40 milyar USD cari denge hesabında yıllık açık demektir. Ekonominin 2019 yılı ilk 10 ayında 4.8 milyar USD cari fazla verdiğine bakmayın, ekonomi buz keserken cari dengenin pozitife dönmesi anormal değil. Türkiye son 2 senede ürettiği katma değeri arttıramadığı gibi rekabet yarışında dünya liginde geriler durumda. Büyümenin artması demek, tüketimin artması demek ki, bu da cari fazlanın eksiye dönmesi sonucunu getirir.
Uzun lafın kısası 2020’de ne bekliyorum?
Yukarıda uzun bir neden ve sonuç ilişkisi temelli bir model sundum. 2020’de reel sektördeki sorunların daha da artacağını öngörüyorum. Çünkü tüm olan bitene rağmen reel sektör kurumsal yönetim bileşenleri anlamında halen gelişmiş ülkelere göre iki kuşak geride. Bu krizin en büyük sebebi halen masada duruyor. Dünya’nın 20. büyük ekonomisi olan Türkiye, World Economic Forum’un 2019 raporuna göre rekabetçilik endeksinde 61. sırada. 666 sayfalık raporda Türkiye’nin nispi olarak nasıl Endüstri 4.0 devrimini kaçırmakta olduğunu bulabilirsiniz.
Düşük TL faiz hedeflemesinin son sınırlarına geldik. Bundan ötesi olanaklı değil. Yabancı yatırımcının da pozisyonunu yukarıda özetledim. Üstelik artan kamu nakit açığı ve karşılığında arz edilecek ilave tahviller olacakken, faizi ve kuru bu düzeyde tutmak kolay olmayacak.
Daha da önemlisi Türkiye Ekonomisi’ni negatif olarak etkilemeye devam eden önemli faktörler halen sistemde yüksek oranda entropi yaratıyor: Suriyeli (ve diğer) göçmenler, YİD projelerinin kamu üzerindeki yükü, devletin vergi gelirlerini kamu hizmetine dönüştürmedeki verimsizliği,vs.
Ancak 2020’de yeni bir ekonomik kriz beklemiyorum. Bu tezin istisnası; ABD’de özellikle Demokratların başını çektiği yaptırım yanlılarının Türkiye’ye karşı sertleşen bir politikayı uygulatması. Bu neden ile ABD’deki siyasi gelişmeler ve ABD-Türkiye ilişkileri yakından izlenmeli.
Türkiye’nin yapması gerekenler aslında basit. TL tasarrufu korumaya yönelik bir para politikası, devletin sürat ile küçültülmesi ve reel sektöre yönelik tavizsiz bir yasal düzenleme. Diğer bir deyişle 2001-2002’de bankacılık sektörünü nasıl düzenlediysek, aynı reform reel sektörde de yapılmalı. En önemlisi de artık firma kurtarmayı bırakarak, yaşayabilecek olanların sermayelendirmesini sağlayarak, yaşayamayacak olanların batmasına izin vermek. Yani yapıcı yıkımı çalıştırmak. ABD ve AB ile de çıkar çatışmalarını asgaride tutarak, karşılıklı çıkar ilişkini muhafaza etmek. Türkiye için Rusya-Çin ekseninin ABD-AB ekseninin bir alternatifi olmadığını değerlendirmek ve buna göre çıkarlarımızı da koruyabilecek bir dış politika üretmek. Bu konuda ABD boyunduruğunu sabırla yavaş yavaş nasıl atmayı becermiş olan Batı Almanya ve Japonya’nın 45 yıllık “Reel Politik” prensibine dayalı hikayesini yeniden gözden geçirilmesini öneriyorum.
Bu yazımı beğendiyseniz, link belirterek ve bütünlüğünü koruyarak paylaşabilirsiniz.
20 Aralık Cuma günü, tarihsever ve oyun teorisi meraklısı okuyucularım için bir vaka analizi içeren yeni bir yazı yayınlayacağım: Oyun teorisi ve iki atom bombasının hikayesi…
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.