Bugünkü Dünya Düzenini Anlamak: Soğuk Savaş’ın Hayaletleri (1945-1990)

Burak Köylüoğlu
  1. Bugünkü Dünya Düzenini Anlamak: Soğuk Savaş’ın Hayaletleri (1945-1990)
  2. Bugünkü Dünya Düzenini Anlamak: Altın 1990’lar (1990-2000)
  3. Bugünkü Dünya Düzenini Anlamak: Dot Com Balonundan Küresel Ekonomik Krize Gidiş (2000-2008)
  4. Bugünkü Dünyayı Anlamak: 2008 Küresel Ekonomik Krizinin Nedenleri
  5. Bugünkü Dünya Düzenini Anlamak: 2008 Küresel Ekonomik Krizinden, Brexit ve Trump’a Giden Yol

 

Günümüzün karmaşık ekonomik ve siyasi sorunlarının köklerini anlayabilmek için modern dünya düzeninin nasıl kurulduğunu analiz etmek gerekir.

Modern Dünya’nın ekonomik ve siyasi temeli büyük ölçüde 1944 Temmuz tarihinde gerçekleşmiş Bretton Woods Konferansı ve 1945 Temmuz tarihinde toplanmış Potsdam Konferansının sonuçlarına dayanmaktadır.

Bretton Woods Konferansı Batı Dünyası’nın savaş sonrası ekonomik düzenini kurarken, Potsdam Konferansı Sovyetler Birliği ile Batı Dünyası arasındaki savaş sonrası politik paylaşımını tanımlar.

II. Dünya Savaşı sürerken toplanan Bretton Woods Konferansına ABD ve İngiltere başta olmak üzere, 44 irili ufaklı ülke katılmıştır. Katılanlar arasında Sovyetler Birliği de yer almaktadır. Konferansta İngiliz heyetinin başında meşhur ekonomist John Maynard Keynes ile ABD heyetinin başında ekonomist Harry Dexter White vardır. Sistem ağırlıklı olarak White’ın fikirleri çevresinde kurulmuştur. Keynes’in konferanstaki tek bir Dünya Merkez Bankası kurulması gerektiği tezinin çok sonradan 2008 Küresel Ekonomik Kriz sonrasında Merkez Bankalarının yakın işbirliği ile bir nevi hayata geçtiğini unutmamak gerekir.

Sonradan çok başarılı olacak olan Bretton Woods Sistemi’nin akıl babası olan White, aynı zamanda meşum Morgenthau Planının arkasındaki beyindir. Morgenthau Planı savaş sonrası Almanya’nın tamamen tarıma dayalı bir ülke haline getirilmesini içeren detaylı bir modeldir. Bu planın basına sızması ile Nazi Propaganda Bakanı Goebbels müthiş bir propaganda atağına geçmiş ve umutsuzca savaşan Alman Ordusunun direnişi inanılmaz ölçüde artmış ve savaşın uzamasına tesir etmiştir. Bu planın kim tarafından basına sızdırıldığı halen meçhuldür ama günümüzün bu konudaki popüler isimleri olan Julian Assange (Wikileaks) ve Edward Snowden’ın bu meçhul kişiden etkilenmiş olduklarını tahmin edebilirim.

Daha sonra, White’ın önemli bir Sovyet casusu olabileceğine dair bir takım iddialar ortaya çıkmıştır. White’ın zamansız ölümü konuyu kapamamış, aksine bu mesele yakın zamana kadar tartışma konusu olmuştur.

Bretton Woods Sistemi ABD Dolarını sistemin rezerv parası olarak tanımlamış, ABD Dolarını altına (35 USD/ons), diğer para birimlerini de ayarlanabilir şekilde sabit bir kur çıpası (adjustable currency peg) ile ABD Dolarına bağlamıştır. II. Dünya Savaşı bitiminde Dünya altın rezervlerinin yaklaşık %65’i ABD’nin kontrolü altındadır.

IMF (International Monetary Fund) ise bu para sistemini gözetmek, üye ülkelere ödemeler dengesi sorununda likidite sağlamak ve genel ekonomik danışmanlık misyonu ile kurulmuştur.

Bretton Woods ile oluşan bir diğer kurum ise Dünya Bankası’dır (World Bank). Bu kurum savaş sonrası Avrupa’nın yeniden kurulmasında, Marshall Programı ile beraber öncü rol oynamıştır.

Bretton Woods düzeni 1945 yılından başlayarak, 1970’lerin başına kadar Batı Dünyasına düzenli bir ekonomik büyüme ve istikrar kazandırmış, savaş sonrası Batı Dünyası ve Japonya’nın zenginleşmesini, demokratik kurumlarının gelişmesini ve toplumsal bir barış oluşturmasını sağlamıştır.

İşin ironisi ise, eskinin yenik düşmanları ve Batı Dünyasının yeni parçaları haline gelmiş olan Batı Almanya ve Japonya bu sistemden en çok faydayı gören ülkeler olacaktır.

Avrupa’daki savaşın sona ermesinin hemen ardından yapılan Potsdam Konferansı ise ABD ve İngiltere ile Sovyetler Birliği arasında Dünya’nın etki alanlarının paylaşımının yapıldığı önemli bir siyasi organizasyondur. Konferansa girerken çiçeği burnunda ABD Başkanı Truman’ın cebinde iki önemli kart vardır. Bu kartlar, Almanya ve Japonya’yı yakıp yıkan müthiş bir stratejik hava gücüne sahip ABD hava Kuvvetleri (USAAF) ve konferansa alelacele yetiştirilen Los Alamos’da yapılan ilk başarılı atom bombasının deneme sonuçlarıdır. ABD Başkanı, konferansta bu kartları Stalin’e karşı kullanmaktan çekinmeyecektir. Stalin’in cebindeki kartlar da fena değildir: Alman Ordusunun tüm kayıplarının %85’ini verdiren ve savaşın sonunda stratejik yönetim ve silah gücü anlamında mükemmeliyete ulaşmış Sovyet Ordusu ve “kurtarılmış olan” Orta ve Doğu Avrupa Ülkelerindeki Sovyet askeri ve politik hâkimiyeti.

Batılı Müttefikler, halen Japonya ile devam eden savaşın maliyet ve süresi açısından taşıdığı belirsizliği ve her demokratik ülkede olduğu gibi savaşın bitirilmesine yönelik halkoyu baskısını hesaba katarak konferansa gelmiştir.

Stalin ise, ekonomik ve insani güç anlamında tükenmiş bir Sovyetler Birliği’nin durumunu dikkate almak zorundadır.

Potsdam Konferansının bitişi ile beraber, aslında taraflar masadan tatmin olmadan kalkmış ve konferansta açık bırakılan noktalar 1946 yılında başlayan Soğuk Savaşın temelini oluşturmuştur.

Savaşın hemen ardından kurulan Birleşmiş Milletler, savaşın galiplerinin gücü paylaştığı bir organ olarak tasarlanmıştır. BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesi olan ABD, Sovyetler Birliği (sonradan Rusya Federasyonu), İngiltere, Çin ve Fransa’nın pozisyonlarının değişmemiş olması, sistemin nasıl muhafaza edildiğinin bir göstergesidir. Bugün G4 ülkeleri olan Almanya, Japonya, Hindistan ve Brezilya, BM Güvenlik Konseyinde daimi üyelik hakkını elde etmek için yoğun bir mücadele yürütmektedir.

NATO 1949 yılında Sovyetler Birliği’nin kara kuvvetlerinin üstünlüğüne karşı kurulurken, Sovyetler Birliği fiilen işlettiği sistemi 1955 yılında Varşova Paktına dönüştürecektir. Varşova Paktı’nın bugün ortada olmamasına rağmen, ABD liderliğindeki NATO’nun varlığının devam ediyor olması ABD’nin bu örgüte ne kadar hâkim olduğunun göstergesidir.

1946 yılından itibaren başlayan Soğuk Savaş, hızla müthiş bir “go” ve satranç bileşimi bir mücadeleye dönüşür. Yunanistan İç Savaşı Çekoslovakya’daki komünist darbesi (1948), Berlin Ambargosu (1948), Çin İç Savaşı (1949), Kore Savaşı (1950-1953), Doğu Almanya Olayları (1953), I. Vietnam Savaşı (1946-1954), Macaristan Olayları (1956), Süveyş Krizi (1956), Küba Devrimi (1960) bu döneme damgasını vuran olaylardır.

Bu arada gerçekleşen önemli bir olayı unutmamak gerekir. ABD önderliğinde 48 ülke Japonya ile 1951 senesinde San Francisco Barış Anlaşmasını imza etmiştir. Japonya’nın Batı Bloku içindeki müthiş yükselişi başlayacak ve Japonya Soğuk Savaşın bitiminde Dünya’nın 2. büyük ekonomisi haline gelecektir. Ancak bu anlaşmada açık bırakılan noktalar olan Tayvan ve Güney Çin Denizi’ndeki adalar meselesi günümüz dünyasının siyasi fay hatlarından birini oluşturacaktır.

1948 yılında İsrail’in kurulması ve Arap Ülkelerinin bağımsızlığına kavuşması ile beraber bitmeyen ve bugün etkilerini yaşadığımız Ortadoğu meselesi ortaya çıkacaktır.

1946-1961 arasında Sovyetler Birliği ve Batı Bloku arasındaki yarış, nükleer dehşet dengesinin kurulmasına yol açacaktır. Diğer yandan, bu nükleer dehşet dengesi, Soğuk Savaş döneminde hızla tırmanarak genel bir savaş çıkartabilecek gelişmelerin de önünü almıştır. Özellikle bu etkiyi Sovyetler Birliği ve ABD’yi doğrudan karşı karşıya getirebilecek 1967 ve 1973 Arap-İsrail Savaşlarının sona erdirilmesindeki müzakere süreçlerinde görüyoruz. Süper Güçlerin her ikisi de, 1914 Temmuzu içinde işleyerek Dünya’yı bir anda savaşa sürüklemiş olan kıyamet makinesinin nasıl çalışmış olduğunu iyi kavramıştır.

Bu dönemde Avrupa’da ekonomik ve siyasi bütünleşme eğilimleri gözlemlenmektedir. Batı Almanya, Fransa, Benelüks Ülkeleri ve İtalya arasında 1957 yılında bir ekonomik işbirliği örgütü olan AET kurulmuş, bu örgüt Soğuk Savaş boyunca yavaş yavaş ekonomi boyutunu da aşarak, kurumların birbirine entegre olduğu sosyal, ekonomik ve politik bir işbirliği ortamına dönüşmüştür. Soğuk Savaşın bitiminden sonra bu yapının büyümesi ve derinleşmesinin hızı artacaktır.

Sovyetler Birliği’nde, Stalin’in ölümü sonrasında iç politikadaki dehası ile ele iktidarı geçiren Kruşçev ülkeyi Stalinist çizgiden çevirmeyi başarmıştır. Ancak Kruşçev iç politikadaki dehasına karşın dış politikada beceriksiz bir aktördür.

Kruşçev’in en büyük hatalarından biri, iki büyük komünist ülke olan Sovyetler Birliği ve Çin arasındaki ilişkiyi yönetememiş olmasıdır. Her iki ülke arasındaki ayrışma, Çin ve Sovyetler Birliği arasında 1960’lı yıllarda sınır çatışmalarına dahi sebep olacaktır. Günümüzün Çin ve Rusya liderleri ise Sovyetler Birliği-Çin ayrışmasından (Soviet-Sino Split) aldıkları dersler üzerine Şangay İşbirliği Örgütünün (Shangai Cooperation Organization) temelini kuracaklardır.

Kruşçev’in unutulan bir mirası da, Kırım Bölgesini Sovyetler Birliği içinde yer alan Rusya Sosyalist Cumhuriyetinden alarak, Ukrayna Sosyalist Cumhuriyetine transfer etmesidir. Ukraynalı olan Kruşçev Ukrayna’ya bu jesti yaparken ileride Sovyetler Birliği’nin dağılacağını aklından bile geçirmemiştir. Bugünkü Kırım meselesi, Kruşçev’in bu mirasından doğmuştur.

Sovyetler Birliği için ilk önemli mağlubiyet Küba Füze Krizi (1962) olayıdır. Bu kriz, Kruşçev’in siyasi yaşamına mal olacaktır. Kruşçev satranç oynar gibi krizi yönetmeye çalışırken, krizin bahsin devamlı yükseldiği bir Texas Hold’em poker oyununa dönüştüğünü fark edememiştir. Sonuçta kartlar açılmadan, kartlarını masaya atan Kruşçev oyunu kaybetmiştir.

Küba Füze Krizi ile Sovyetler Birliği ilk defa esaslı bir darbe alan bir sokak dövüşçüsü gibi, yenilmezlik zırhını düşürmüştür.

ABD ise Küba Füze Krizinde elde ettiği üstünlüğü, son derece kötü yönettiği Vietnam Savaşı (1962-1973) ile harcayacaktır. ABD’nin bu süreçte uğramış olduğu askeri, siyasi ve ekonomik yenilgisinin sonuçları ağır olacaktır. İşin ekonomik yönünün etkisi ise artık Bretton Woods Sisteminin sürdürülemeyecek olmasıdır.

ABD, Bretton Woods sisteminin temel prensiplerinden biri olan ABD Dolarının altına endekslenmesine son vermek zorunda kalacaktır. Diğer ülke para birimleri de Dolar’a karşı sabit kur çıpasını terk ederek, dalgalı kur rejimine geçecek, üzerine 1973’de başlayan petrol krizi ise Batı Dünyasında yüksek enflasyon, düşük büyüme, yüksek işsizlik, politik istikrarsızlığı tetikleyecektir.

Ancak ABD önderliğindeki Batı Bloku her şeye rağmen; esnek, her hatadan hızla ders alan ve yeni stratejiler üretebilen esnek bir siyasi ve ekonomik sisteme sahiptir.

Örnek vermek gerekirse Amerikalılar, Kasserine Geçidinde (Tunus) 1943 yılında Alman zırhlı birlikleri karşısında uğradıkları feci yenilgi üzerine çıkarttıkları dersi önemli bir askeri doktrine dönüşecektir. ABD bu vakadan sonra mutlak hava üstünlüğüne sahip olmadan asla hiçbir askeri harekâta girişmeyecektir.

Vietnam Savaşında alınan yenilgi üzerine alınan ders ile ABD, kara birliklerini her zaman lideri olduğu bir Batılı Güçler koalisyonu içinde savaştıracak, asla tek başına büyük mevcutlu birlikler kullanmayacaktır. Hatta mümkünse, ABD lideri olduğu askeri harekâtları yerelleştirerek, insan maliyetinin payını ağırlıklı olarak müttefikleri üzerinde kalmasını tercih edecektir.

ABD 1971 Ekonomik Krizinde ise ABD Dolarının altına endekslenmesini kaldırmasına rağmen, FED ve kendi bankacılık sisteminin para yaratma gücü ile orta vadede ABD Dolarının rezerv para gücünü koruyabilecektir. Nitekim aynı tablo 2008 Global Ekonomik Krizinden sonra da görülecektir. 2008 Global Ekonomik Krizinin doğduğu ülke olan ABD, doğru politikaları kullanarak krizin etkilerini ilk atan ülkelerin başında gelmiştir.

Batı Dünyası her şeye rağmen (1970’lerin Petrol Krizi ve Avrupa’daki siyasi çalkantılar) Sovyetler Birliği ile arasındaki ekonomik büyüklük, teknoloji, verimlilik ve prestij farkını açabilmiştir. Üstelik Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku başarılı bir şekilde kuşatılmış, bu kuşatma Batı Avrupa, Türkiye, İran, Pakistan, Güney Kore ve Japonya gibi çelik bir coğrafi çember ile oluşmuştur. Sovyetler Birliği ve Çin ayrılığı ise bu kuşatmanın etkilerini güçlendirmiştir.

1970’li yıllarda Sovyetler Birliği ekonomik olarak çökmeye başlamış, üstelik bu çöküş ülkenin en büyük ihracat kalemlerinden biri olan petrol fiyatlarının tüm zamanların rekor kırdığı 1970’li yıllarda belirgin hale gelmiştir. Bu çöküşün başlıca nedeni üretim faktörlerinin korkunç oranda verimsiz kullanımı ve askeri harcamaların getirdiği yüktür. Sovyetler Birliğindeki ekonomik çöküşün etkilerini bugün bile Rusya’nın sanayi envanterindeki zayıflığın temel nedeni olarak görmek gerekir.

1970’lerde her iki blokun da karşılaştıkları ekonomik sorunlar, nükleer silahların denemelerinin, sayısının ve niteliğinin kısıtlanmasını içeren anlaşmaların yapılmasını tetiklemiştir.

1980’lerde ise Batı Dünyası arz yönlü politikalar (supply side policies) ve neo-liberal politikalar ile yeni bir ekonomik ivme kazanırken, Sovyetler Birliği’nin çökmekte olan ekonomisine bir darbe de bulaşmış olduğu Afganistan meselesi vurmuştur. Sovyet stratejistlerinin, ülke ekonomisi bu kadar kötü eğilimde giderken ve önlerinde Vietnam Savaşı örneği varken bu hatayı yapmaları açıklanabilir değildir.

Batı Dünyasına 1980’li yıllarda yeni bir ivme kazandıran neo-liberal ekonomi politikalarının içsel ve özellikle denetim alanındaki zayıflıkları, aynı zamanda 2008 Küresel Ekonomik Krizinin önde gelen nedenlerinden biri olacaktır.

1980’li yılların başında ABD liderliğindeki Batının askeri anlamdaki hamleleri de Sovyetler Birliğinin bu pahalı yarışta geri bırakmıştır. Sovyetler Birliği’nin özellikle askeri kanadında Batı Dünyası ile aradaki açılan farkın yarattığı dehşet, “önleyici savaş” gibi çok tehlikeli bazı düşünceleri ortaya çıkarsa da, aklıselim galip gelmiş ve 1990-1991 döneminde Soğuk Savaş Batı Dünyasının zaferi ile bitmiştir.

II. Dünya Savaşında Alman Silahlı Kuvvetlerinin kayıplarının %85’ini verdirerek, Almanya’yı akla gelen her türlü silah kategorisinde üretimde nitelik ve nicelik olarak geride bırakabilen Sovyetler Birliği’nin ekonomik çöküşü bu yazıda ele alınamayacak kadar kapsamlı ve ilginç bir hikâyedir.

Soğuk Savaş’ın sonrasında Almanya hukuken geçerli bir barış anlaşması imzalamış (Treaty on the Final Settlement with Respect to Germany) ve II. Dünya Savaşının son hayaleti de gömülmüştür. En sonunda Avrupa 1871’de çiğnemeye başladığı Almanya lokmasını fiilen 1945 yılında, hukuken de 1990 tarihinde sindirebilmiştir.

Ancak bu anlaşma da aynı 1945’deki Potsdam gibi açık noktalara sahiptir. Günümüzün Rusya-ABD gerilimi bu açık noktalara dayanmaktadır.

Küreselleşme ile başlayan bu dönemi bu yazının devamında ileride ele alacağım.

Burak Köylüoğlu

 

Bu yazı dizisi II. Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar dünya düzeninin nasıl kurulduğunu anlatmayı hedefliyor. Tüm yazı dizisini okumak isterseniz, aşağıda tüm bölümleri bulabilirsiniz.

 

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!