
1950 ile 1971 arasında Batı dünyası yüksek büyüme, düşük enflasyon, düşük işsizlik ve kişisel satın alma gücünün hızla arttığı görülmemiş bir dönem yaşamıştı. Modern ekonomistler bu döneme kapitalizmin altın çağı tanımını yakıştırmıştır.
Bu dönemin başlangıcı, Batı dünyasının para politikasını belirleyen 1944 Bretton Woods Sistemi’dir.
Bretton Woods Sistemi; ABD dolarının 35 USD/ons altın paritesi ile altına çıpalandığı, tüm diğer para birimlerinin ise ABD dolarına ayrıca sabit çıpalar ile bağlandığı tümleşik bir para sistemiydi.
Diğer ülke para birimleri artı/eksi %1’den oluşan oldukça dar çıpalar ile ABD dolarına bağlanmıştı. IMF bu sistemin parasal gözetmeni olarak görev yaparken, aynı zamanda ödemeler dengesi krizi yaşayan ülkelerin çökmesini engelleyici bir şekilde kısa ve orta vadeli programlar ile yerel yangınları söndüren bir itfaiyeci gibi davranıyordu.
Sistemde yer alan bir ülke eğer uzun süreli ve büyük tutarlarda dış ticaret açığı veriyorsa ve bu açıklar bir kambiyo krizini davet eder durumda ise, IMF’in izni ile üye ülke devalüasyon yapıyor ve yerel para biriminin ABD dolarına bağlayan sabit çıpa değerini değiştirebiliyordu. Bu dönemde, bugünün aksine ülkelere sermaye girişi ve çıkışı sıkı kontroller ile denetleniyordu. Ani sermaye çıkışlarının sistemi bozmaması için bu kontroller sisteme entegre edilmişti.
Dünya Bankası Grubu ise (World Bank, International Finance Corporation, gibi) sistemdeki ülkelerin uzun vadeli kalkınma ve yeniden yapılanma projelerini uzun vadeli olarak finanse etmek üzere konumlandırılmıştı.
Sistemin kurucuları ve Bretton Woods konferansının lideri, meşhur İngiliz ekonomist John Maynard Keynes ile ABD Hazine Bakan Yardımcısı Harry Dexter White sistemin ne kadar başarılı olduğunu göremeyecekti.
Keynes, 1946 yılında hayata veda ederken; Harry Dexter White ise 1948 yılında bugün dahi halen açığa çıkamamış nedenler ile vefat edecekti. Modern ABD siyasi tarihinde dört önemli ölümün sır perdeleri halen kalkmamıştır: General George Patton’ın işgal altındaki Batı Almanya’da trafik kazası sonucu ölümü, Harry Dexter White’ın geçirdiği öne sürülen kalp krizi ile vefat etmesi, ABD Başkanı John F. Kennedy ve Martin Luther King suikastları.
Kapitalizmin altın çağını tek başına Bretton Woods Sistemine bağlamak bu kapsamlı gelişimi anlatmakta yetersiz kalacaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği üretim tekniklerindeki gelişim ile savaş teknolojilerinin savaş sonrasında hızla sivil ekonomiye adapte edilmesi de muazzam bir ekonomik devrimdi.
Savaş sonrasında sivil havacılığın hızla gelişmesi dünya ekonomisine büyük bir etkide bulunmuştu ki, sivil havacılığın gelişmesinde, savaş sırasında üretilen Boeing B-17, B-24, B-29 stratejik bombardıman uçaklarının dayandığı havacılık know-how’ı önemli bir etkiye sahipti. Sivil havacılığa aynı zamanda savaş sırasında kullanılan radar ve elektronik ölçüm aygıtları da büyük bir katkı sağlamıştı. Sivil havacılık, dünyanın küreselleşmesinin en önemli başlangıç noktalarından biridir.
Savaş sırasında kullanılan kitle üretim teknikleri, örneğin montaj hatları (assembly lines) toplam üretim içinde işçi başına üretkenliği inanılmaz ölçüde arttırmıştı. Henry Ford’un 1920’lerde geliştirdiği bu teknik sonradan çok daha büyük ölçeğe yayılmış ve mükemmel bir şekilde rafine edilmişti. Örneğin çok daha sonra yaygın olarak Japonya’nın ekonomik mucizesinde kullanılacak “Just In Time” üretim tekniği de Japonya’nın savaşın son bölümünde yaşadığı hammadde sorunlarına karşı yaklaşımının bir sonucu idi.
Kim derdi ki, 1970’li yıllarda enflasyonun ve faizlerin yükseldiği bir ortamda, Japon otomobil endüstrisinin rakiplerine karşı maliyet üstünlüğünü kazandıran tekniklerden biri olan JIT’nin 1943-1945 yılında Amerikan denizaltılarının amansızca Japon ticaret gemilerini batırdığı bir dönemde doğduğunu…
Kapitalizmin altın çağının sürücülerinden biri de elektronik ve bilgisayar endüstrisinin gelişimidir. Bu iki endüstrinin temelinde ise kırılamaz denilen Alman askeri haberleşme sistemleri olan “Enigma” ve “Lorenz” ile Japonya’nın diplomatik haberleşme sistemi olan “Purple” sistemlerinin kırılması için kurulan sistem ve örgütler yer almıştı. Bugün kullandığımız cep telefonları, tabletler ve laptopların çalışma prensipleri; Bletchey Park’ta yer alan İngiliz-Amerikan-Polonyalı bilim insanlarının geliştirdiği şifre çözme yöntemlerine dayanıyordu. Örneğin bu dönemde kullanılan, saniyede 5000 (günümüzün kişisel bilgisayar işlemcileri saniyede milyarlarca işlem yapabiliyor) operasyon yapabilen Colossus bilgisayarları dünyanın ilk programlanabilir bilgisayarı idi. Bu teknolojiler, hızla savaş sonrasında gelişecek, vakum tüplü bilgisayarlar transistörlü bilgisayarlara dönüşecekti.
Soğuk Savaş bilgisayar, elektronik ve şifreleme bilimlerinin gelişimini iyice hızlandıracaktı. Bunun başlıca nedeni Soğuk Savaşın başında hatta II. Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği askeri istihbaratının Batı dünyasının en önemli kurumlarına sızmış olması ve insan eli ile yapılan klasik casusluk konusunda epey önde olması idi. Batı dünyasının Demir Perde arkasında casuslara dayalı bir örgütü kurmasının yıllar alacağı açıktı. Amerikalılar bu açığı kapatmak için bilgisayar destekli şifre çözümünü daha da geliştirecekti. Amerikan “Verona Projesi” bu anlamda çok başarılı olacak; birçok çok önemli klasmandaki Sovyet casusunu ortaya çıkaracaktı: Julius Rosenberg, David Greenglass, Klaus Fuchs, Harry Gold ve casusların “casusu” Kim Philby gibi. IMF’in ilk başkanı, Bretton Woods Sistemi’nin iki babasından biri olan Harry Dexter White’ın da komünist ajanı olarak suçlanması da Verona Projesi kayıtlarına dayanır…
Modern bilgisayar mühendisliğinin babası olan Alan Turing 1940’larda bir deha ve savaş kahramanı olarak tanınırken, 1950’lerin başında cinsel eğilimleri nedeni ile yargılanacaktı. İngiliz ceza hukukuna göre, o dönemde homoseksüellik suçtu. Alan Turing gibi bir deha sırf bu yüzden, 41 yaşında siyanür ile intihar edecekti. İngiliz hukuku ve yönetimi, başka bir deha olan John Maynard Keynes’e, cinsel eğilimi Turing ile aynı olmasına rağmen hiçbir zaman dokunmamıştı. Bugün kullandığımız Apple markalı ürünlerin ısırılmış elma logosu, Alan Turing’in cesedinin yanında bulunan ısırılmış elmadan alınmadır.
II. Dünya Savaşı sağlık hizmetlerinde de bir devrim yaratmıştı. Antibiyotikler, yeni cerrahi yöntemleri, kan nakli ve kan bankaları, toplu aşılama, protezler bu korkunç savaşın insanlığa kazandırdığı sağlık ve hasta bakım unsurlarıdır. Hemşirelik mesleğinin önemi bu savaş ile ortaya çıkmış, savaştan sonra savaştan dönen askerler için büyük çaplı sosyal sistemler oluşmuştur. Sosyal sağlık sistemlerinin gelişimi, sıradan insanların hayat kalitesini arttırdığı gibi, harcanabilir gelirini de arttırmıştı.
Kapitalizmin altın çağının bir başka unsuru da nükleer enerjidir. Nükleer enerji bilimi sadece atom bombalarını ve termonükleer silahları geliştirmemiş aynı zamanda birçok bilimin de gelişmesinde önayak olmuştu: Malzeme bilimi, ilaçlar, tedavi ve tanılama yöntemleri, vs.
Bu çağın en önemli gelişmelerinden biri de plastik ve sentetik malzemelerin geliştirilmesi idi. Alman sentetik petrol endüstrisinin proses ve çıktıları da dikkat ile değerlendirilmişti. Savaş sırasında Amerikalıların cephe hattına düzenli paketli ürünler sevk edebilme olanaklarını geliştirmeleri ile bugünün paketli tüketici ürünleri doğmuştu. Size çarpıcı bir örnek vereyim: Aralık 1944 tarihinde Almanlar Amerikalılara karşı Ardennes Stratejik Taarruzunu icra ettikleri esnada, muharebelerin başında bozguna uğramış olan Amerikalılar, geri çekildikleri zaman, öncü Alman zırhlı birliklerinin komutanı Joachim Peiper Amerikan depolarında büyük miktarda paketli gıda ürünü bulmuştu. Peiper, merakla ürünleri incelediği zaman, ürünlerin Boston limanından yüklendiğini, Fransa’daki Cherbourg limanına geldiğini ve oradan karayolu ile cepheye sevk edildiğini görmüştü. Bu ürünler içinde Noel için hazırlanan taze pastalar dahi vardı. Gördükleri karşısında büyük bir şaşkınlık yaşayan Peiper’ın ağzından “savaşı kaybettik” cümlesi çıkmıştı. Bu esnada Almanya’ya karşı yaklaşık 4.5 milyon Amerikan askerinin savaştığını not düşelim.
Savaştan sonra, plastik ve sentetik ürünlerin geliştirilmesi ile gıda maddelerinin tüketiciye ulaştırılması ucuzlayacak, çok daha ucuz yapı malzemeleri geliştirilecek, ayrıca devasa bir paketleme endüstrisi doğacaktı.
Kapitalizmin altın çağında, limanlar, yollar ve otoyollar ile demiryolu taşımacılığı ayrıca gelişecek ve ulaşım maliyetleri aşağıya çekilecekti. Konteyner taşımacılığı bu dönemin en önemli gelişmeleri arasında yer alır.
Soğuk Savaş’ta kullanılan birçok askeri teknoloji, bir süre sonra sivil ekonominin olmazsa olmazları arasında yerini bulacaktı. İnternet, askeri amaçlı gruplanan ve o dönem için inanılmaz sayıdaki bilgisayarların iletişim protokolünden ortaya çıkmıştı. Yayıncılığın olmazsa olmazı olan uydular, casus uydulardan doğmuştu. GPS de Soğuk savaşın bir ürünü idi.
Savaş sanayinin ağırlığının II. Dünya Savaşı ve Kore Savaşı ile sivil ekonomiye kaymasının bir sonucu da “consumerism” olarak isimlendirilen tüketici talebinin canlı tutulmasına yönelik yaklaşımdı. “Consumerism” aslında bugünkü modern ekonominin temelini oluşturur. Tüketiciler (halk da diyebiliriz) çeşitli mal ve hizmetler alarak hem kişisel mutluluğunu maksimize eder hem de gereksinimlerini giderir. Kapitalizmin altın çağında orta sınıf için yeni otomobiller almak, şehir çevresinde, banliyölerde büyük alana sahip evlere sahip olmak, yeni buzdolapları, elektrikli süpürgeler, çamaşır makineleri edinmek, özellikle dönemin en cafcaflı ürünü olan televizyon satın almak, bir bakıma bir rüyayı gerçekleştirmekti. Önce Amerikalılar ve daha sonra Avrupalılar açısından harcama yapmak, yeni ve modern ürünler almak bir sosyal statü oluşturmak anlamına da geliyordu. Savaş döneminde muazzam kaynakların savaş endüstrisine aktarıldığı dönemden sonra gelen bu dönem insanlarda müthiş bir iyimserlik ve harcama yaparak, tüketerek yaşamak ve mutluluğu yakalamak anlamına geliyordu.
Aslında 1950-1971 arasındaki dönem, “Kükreyen 1920’lere” çok benzer. Teknolojik ve yapısal gelişmeler, Bretton Woods Sistemi ve Keynesyen ekonomi sistemi bu mutlu dönemi çok daha yoğun ve uzun yaşatacaktı. Yeni otomobiller ve gelişmiş ev aletleri gerçekten de tüketicilere yarattıkları faydalar nedeni ile bu mutluluğa katkıda bulunurken, bireylerde harcama yapmanın ve tüketimin verdiği haz ayrıca tüketici talebinin canlı kalmasında etkili oluyordu. O dönemde otomobil endüstrisinde Ford, Chevrolet, Cadillac Amerikan rüyasının en önde gelen markaları iken, dayanıklı ev eşyalarında bugün ismini unuttuğumuz RCA, Zenith, Philco gibi markalar radyo ve televizyon ürünlerinde ön sırada idi. Yine ev eşyalarında General Electric, Westinghouse, Maytag ve Frigidaire hayal edilen fırınlar, buzdolapları, çamaşır ve bulaşık makineleri üretiyordu.
Tüm dünyada televizyonun yaygınlaşması ile artık televizyon reklamları dönemi de başlamıştı. Televizyon reklamları bugün için ne kadar sıkıcı olarak görünse de, 1950-1971 arasındaki dönemde tüketiciler için merakla izlenen kuşaklardı.
1950’ler ve 1960’larda Batı Almanya ve Japonya henüz otomobil, elektronik ve dayanıklı tüketim ürünlerinde önde gelen markalara sahip değildi ancak bu iki ülke hızla kalkınıyordu. 1950’lerin başında savaşın yaralarını her iki ülke de epeyce sarmıştı. Her iki ülke de Amerikan güvenlik şemsiyesi altındaydı. Batı Almanya Avrupa’daki kritik güç dengesi için yeniden silahlandırılırken, Japonya da askeri güç tam anlamı ile bir polis ve kıyı koruma gücü idi.
Dolayısı ile her iki ülke de tam anlamı ile sivil ekonomiyi temel alarak kalkınırken, artık endüstrileri Nazi Almanyası veyahut askeri yönetim altındaki Japonya’da evvelden karşılaşılan ve devlet eli ile yaratılan çarpıklıklara maruz kalmıyordu. Örneğin Batı Almanya nerdeyse 50 yıldan beri kaynaklarının çok büyük bir kısmını savaş ya da savunma amacı olmayan ekonomik amaçlara ayırırken, Alman endüstrisinin teknolojik ve üretkenliği 1950’lerden sonra iyice anlaşılır hale gelmişti.
Kapitalizmin altın çağının esas anahtarı savaş sonrası uygulanan Keynesyen politikalardı. II. Dünya Savaşı sırasında büyük güçler gayrisafi yurtiçi hasılanın inanılmaz bir bölümünü savaşa ayırmışlardı: Nazi Almanyası GSYH’nın %70-75’ini savaşa ayırırken, Sovyetler Birliği %60-65’ini, Japonya %50-60’ını, Britanya İmparatorluğu %55-60’ını, ABD ise %40’ını savaşa ayırmıştı. Sovyetler Birliği savaşı komünist sisteme özgü olarak fiyat mekanizmaları ile zorla çalıştırma ile finanse ederken; Batılı Müttefikler ağırlıklı olarak savaş tahvilleri ile savaşı finanse ettikleri gibi, tüm büyük güçler enflasyonun artmaması için tayınlama sistemine geçmişti. Meraklı okuyucularım nasıl Nazi Almanyası’nın GSYH’na göre bu kadar büyük bir oransal savaş harcaması yaptığını düşünebilirler. Yanıt çok basit ve korkutucudur. Zorla çalıştırılan on milyonlarca insan, Soykırım ile devletin sermayesine geçen varlıklar ve işgal edilen bölgelerin yağmalanması. Doğaldır ki Nazilerin işlediği bu suçların GSYH hesabına etkisi olmazken, yağmalanan bu muazzam servet ve insani kaynak savaş harcamalarına akmıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında harcanan bu devasa tutarlar, savaş sonrasında sivil ekonomiye döndüğü zaman tüketim bir anda fırlamıştı. Unutulmaması gerekir ki, 1929-1945 arasındaki dönem sıradan insanlar için oldukça zor, insan hayatı için neredeyse 16 yıl endişe ve korku dolu yıllardı.
Batı Dünyası savaş zamanında sürdüğü muazzam miktardaki borçlanma senetlerini, yani savaş tahvillerini savaştan sonra 1950’li yıllarda itfa etmeye başlamıştı. İtfa edilen savaş tahvilleri ABD’de ayrıca servet etkisi yaratarak tüketimin kamçılanmasını sağlayacaktı. Eğer savaş sonrasında yukarıda anlattığım gibi ekonomide verimlilik ve prodüktivite artışı olmasaydı, bu etki enflasyonist olacaktı. Ancak bollaşan paranın karşılığında, daha ucuz ve daha çok üretilen mal piyasası oluştuğu için büyüme, düşük enflasyon ve düşük işsizlik mucizesi bir arada gerçekleşmiş olmuştu.
Bir başka etki de savaş sırasında yükseltilen vergilerin düşürülmesi idi. ABD’de en yüksek gelir vergisi tavan oranı tam %94 (pek az kişi ödemişti)idi. Savaş sırasında alınan yüksek vergiler adeta milli serveti yeniden dağıtmıştı. Çünkü savaş sırasında alınan yüksek vergiler ve kapsamlı borçlanma, ABD ve Britanya İmparatorluğu’ndaki muazzam savaş üretimini finanse ederken, işsizlik neredeyse sıfıra inmiş, cepheye asker olarak gönderilmemiş olan büyük kitlelere kısmen ücret olarak aktarılmıştı.
Savaş sonrası Kapitalizmin altın çağında yaşanan başka bir olgu da hızlı nüfus artışı idi. Savaştan dönenler artık hayatlarında yeni bir sayfa açarak, yeni aileler kurmaya başlamış, yirmili yaşta evlilikler, erken ve daha fazla sayıda çocuk sahibi olmak sosyolojik bir moda olmuştu. Cepheden dönen askerler ve savaş sırasında işçi olarak çalışan ve savaş sonunda eve dönen kadınlar için aile kurmak ilk hedef olmuştu.
Düşük enflasyon, hızlı büyüme, düşük işsizlik, artan ücretler evlenmeyi ve geniş aileler kurmayı özendirmişti. “Baby boomer” kuşağı bu ortamda mutlu ve geniş ailelerde büyüyecekti.
Bu dönemin başka bir önemli değişkeni de çok düşük enerji giderleridir. 1950’lilerden başlayarak Orta Doğu’da devasa petrol ve doğalgaz rezervlerinin işletilmeye başlatılması ile petrol fiyatları 1973 yılına kadar varil başına 20-35 USD arasında seyredecekti.
Kapitalizmin altına çağına girerken Sovyetler Birliği ise kendi başına başka bir mucize gerçekleştirmişti. Sovyetler Birliği tahrip edilmiş olan ağır sanayisini 1950’lerin başında yeniden kurmuş ve hatta savaş öncesi üretim çıktısını epey bir aşmıştı. Ancak bu gelişim kendi içinde birçok sorun taşıyordu. Bir kere milyonlarca Alman savaş esiri alt yapı, sanayi tesislerinin ve madenlerin inşasında kullanıldığı gibi, Sovyet toplama kampı sistemi olan Gulag sistemi de bedava işgücü sağlamıştı. Ayrıca Doğu Almanya başta olmak üzere Kızılordu’nun “kurtardığı!” Doğu Avrupa ülkelerinden sağlanan yatırım malları ve hammaddeler (ve hatta çiftlik hayvanları dahi) Sovyet ekonomisinin ayağa kalkmasına yardımcı olacaktı. Alman endüstri sırlarının Sovyetler Birliği’ne taşınmasının da yeniden kurulan ağır sanayinin örgütlenmesinde katkı sağladığı açıktı. Ancak Sovyet liderleri tüm bu katkıların geçici olduğunun farkında değildi. Stalin’in ölümünden sonra Gulag sistemindeki mahkumlar serbest bırakılıp, Batı ve Doğu Almanya’ya savaş esirleri iade edildikten sonra Sovyetler Birliği bu kısa süreli katkıların bir bölümünden mahrum kalacaktı. Ama esas önemli faktör ise tüketim ekonomisine gerekli yatırımın yapılmamış olmasıydı. Sovyetler Birliği silahlı güçleri ve nükleer silahları ve toplam GSYH üretimi itibari ile müthiş bir devdi ve dünyanın 2. büyük ekonomisi haline gelmişti ama bu ekonomik gelişim kendi arz ve talebini yaratmakta zayıf kalacaktı.
Kapitalizm altın çağının dayandığı ekonomik sistemin önemli zayıflığı vardı. Bretton Woods Sistemi sabit çıpalarla katı bir parasal ağ yaratmıştı. Sistemin itfaiyecisi IMF idi. Ancak sistemi kuranlar ABD’nin uzun süreli ve büyük dış ticaret açıkları vereceği zaman ne yapılacağını tasarlamamıştı.
Avrupa’nın 1960’larda toparlanarak, küresel ekonomideki payını arttırması, Batı Almanya ve Japonya’nın ise hızla diğer ülkelerden sıyrılarak ABD aleyhine büyük ticaret fazlaları vermesi, Fransa’nın eski savaş kahramanı De Gaulle’ün siyasete dönüşü ile beraber sistemde mızıkçılık yapması sisteme karşı tehditler idi.
Ama sistemi yıkan başka bir savaş olacaktı. Üstelik ABD’nin askeri olarak mağlup olacağı bir savaş: Vietnam Savaşı. Vietnam Savaşı sırasında Amerikalıların verdiği muazzam bütçe ve dış ticaret açıkları sonucunda artık Amerikan dolarının altına olan sabit çıpası savunulamayacaktı. Bu hikayeyi de ileriki yazımda anlatacağım.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.